Nietzsche’yi okurken göz ardı
edemeyeceğimiz en önemli kavram, onun “Tanrı’nın ölümünü” müjdelediği ‘kriz’dir. O, krizi müjdeler çünkü krizin
farkında olan insan artık bir kurtarıcı peşinde koşmayacaktır. İnsan artık
sonsuz karanlık boşluğa bakacak ama ondan ürpermeyecek, o boşluğun üzerinde
nasıl dans edebileceğinin farkına varacaktır. (Megill,2008,s.67) Yani kendi yaratıcı yıkımının farkına varacaktır.
Nietzsche, bunları düşünürken ne
insanlara topyekün kurtuluşun yolunu göstermeyi ne de hakikatin nerede olduğunu
söylemeyi amaçlamıştır. Fakat biz, bugün Nietzsche’nin kriz kavramı üzerine düşünmek zorundayız. Böyle bir düşünme bize,
kuşkusuz içinde bulunduğumuz modernitenin krizinden kurtuluş reçetesi sunmaz
fakat yaratıcılığımızın farkına
varmamıza, en azından onun üzerine düşünmemize sebep olarak mevcut paradigmanın
dışından bakabilmemizi sağlayabilir.
Yunan mitolojisinde Tanrıların
atası dişil Toprak Ana Gaia ve eril gökyüzü Uranos’tur. Bu iki ata-Tanrının
birleşmesi sonucu Gaia 12 Tanrıya hamile kalır fakat Uranos, çocuklarının
dünyaya gelmesini engeller ve Gaia’nın onları doğurmasına mani olur. Acılar
içinde çocuklarını karnında taşıyan Gaia, en küçük oğlu olan Kranos’la
işbirliği yapar ve Kranos, babası Uranos’un hayalarını keserek, iktidarı onun
elinden alır. Fakat daha sonra Kranos’u bekleyen son da tıpkı babası gibi oğlu
Zeus tarafından iktidardan edilmektir. İktidarını kaybetmek istemeyen Kranos,
çocuklarını doğdukları gibi yutarak onları kendi bedenine hapsetse de, kendisinden
habersiz olarak Girit’te doğan oğlu Zeus’un iktidarı ele geçirmesine mani
olamaz. Bununla birlikte Tanrılar arasındaki savaşlardan canı çok yanan Gaia,
Zeus’u makus kaderi konusunda uyararak baba ve oğul arasındaki iktidar savaşını
bitirir. Zeus artık doğacak olan çocuklarını doğmadan önce anneleri ile
birlikte yutmakta ve çocuklarını kendi dünyaya getirmektedir.(Gezgin ve
diğerleri,2004,s.33-102)
Bugün devlet tam da Zeus’un
yaptığı gibi bizleri, doğumu kendisinin gerçekleştirdiğine inandırarak,
iktidarını sürdürmeye çalışmaktadır. Bourdieu’nün deyimi ile devlet, farklı
sermaye türlerinin ve simgesel sermayenin yoğunlaşma sürecinin son noktasıdır.
Bu yoğunlaşma devleti sermaye-ötesi bir konuma yerleştirmekte ve diğer sermaye
türleri üzerinde güç kullanma yetkisi ile donatmaktadır.(Bourdieu,2006,s.101)
Peki bu yoğunlaşma nasıl oluşmakta? İşte bu soru bizim kendimize soramadığımız
sorudur. Çünkü korkarız. Bu soru, aslında cevabı belli olan ama kimsenin
sormaya cesaret edemediği sorudur. Sorunun cevabında devleti öldürürüz (tıpkı
Nietzsche’nin Tanrı’yı öldürdüğü gibi), devletin katili oluruz hem de bu
öylesine bir cinayettir ki bu, aslında kendi çocuğumuzu öldürürüz çünkü onu biz
yarattık.
Toplum sözleşmesi kuramcıları,
devletin rasion d’etre’sini, doğal yaşama anarşinin hakim olduğu mitosu ile
açıklamakta ve insanların bu kaos ortamından kurtulmalarının yolu olarak,
özgürlüklerinin bir bölümünü devredecekleri fakat bu sayede güven içinde
yaşayacakları bir örgütlenmeyi göstermektedirler. Bir an için toplum
sözleşmesinin devletin ortaya çıkmasını sağlayan etken olduğunu düşünelim.
Bugün dahi devletin bize özgürlüklerimiz pahasına, güvenlik sağlayabildiğini
söyleyebilir miyiz? Bu sorunun cevabı hayırdır. Öyleyse bu sözleşmeyi bozmamız
gerekmez mi? Bozmamız gerekiyorsa bunu neden yapamıyoruz?
Bunu neden yapamadığımız
sorusunun cevabını vermek zordur ve tek bir cevabı yoktur. Ama Nietzsche’nin “tanrı öldü” diye müjdelediği ‘kriz’e
bakamamak ya da bakmaktan korkmak[1]
bu sorunun cevaplarından bir tanesidir.
Oysa boşluktan korkmamamızı
sağlayacak şey, devletin her şeye karışmasını ve Zeus rolünü oynamasına imkan
vermemekle mümkün olur. Hayatın en ücra köşelerine dahi devlet müdahalesinin
sızmasına izin verdikçe, insani olanın kaybolduğunu, ‘muhabbet’in kaybolduğunu
görmemiz lazım. Muhabbet’in kaybolması demek insanın yaratıcılığını kaybetmesi
demektir. Her şeyin yasalarla belirlendiği bir yerde insanın kendi etik’ini gerçekleştirmesini beklemek
yanlış olur. Yasanın olduğu yerde zorunluluk vardır ve zorunluluğun olduğu
yerde de gayri-insani bir durum. İnsanın düşünmesine gerek yoktur, inisiyatif
almasına gerek yoktur, ahlaki ve etik bir pozisyon edinmesine gerek yoktur, insan
sadece kendisinden yasalar neyi bekliyorsa onu gerçekleştirmek zorundadır. Alın
size yabancılaşma…
‘Muhabbet’in aşınması insanı, başkasına yabancılaşır. Bu yabancılaşma bizi,
Levinas’a göre adaletin olmadığı bir yaşama götürür:
“ …Özgürlüğü keyfi olmaktan çıkaran, zorlaştıran yaptırımın ilkesi ya da
kaynağı ben’in kendisinde bulunmadığı içindir ki, Levinas ben’in özerk
özgürlüğünün yerine, başkasına karşı adil olan etik öznenin yaderkliğini
geçirir…”
(Direk,2005,s.145)
Bu, adaleti, özgürlüğe önceleyen
bir etik olarak anlaşılmamalıdır.
Zira bu “…öncelik iddiası “sonranın
önceliği” yapısı içerisinde anlaşılacaktır elbette-ontolojik düzlemde özgürlük
adaletin, yasanın olanağının koşuludur ama özgürlük ancak adaletten sonra
geliyorsa keyfi olmaktan kurtulur” (Direk,2005,s.145)
Başkasına yönelmeyen, onu
görmezden gelip, bencil özgürlüğüne sığınan insanın adaleti araması
beklenmez. Bir diğer açıdan ise, Zeus
artık sahneden çekilir. Artık onun bu oyunda bilfiil rol almasına gerek yoktur.
İktidarı öyle sağlam temellere oturmuştur ki ona karşı bir isyanın gelişmesini
düşünmez. Çünkü yalnız kalan “birey” artık önce Zeus’un iktidarı ile anlaşmak
için pazarlık’a girişmektedir. Pazarlık’ın neticesi bellidir. Her
halükarda satıcı kar eder. Yoksa satmaz. Zeus’la pazarlıkta da kul’u ancak Zeus’un ona sunduklarından
birini alır yoksa cezalandırılır.
Bugün de gündemimizi meşgul eden
tartışmalar hep Zeus’un bize bahşettiği sınırlar dahilinde onun istediği yönde
şekillendirilen tartışmalardır. RTÜK, The Simpsons çizgi filmine kızmış ve çizgi filmi yayınlayan
CNBC-e’ye para cezası vermiştir. Gerekçe olarak, filmde Tanrı’nın ve dinlerin
aşağılanması ve bunun çocuklara olumsuz etkisi gösterilmiştir. Yine bir başka
tartışma başbakanın Star tv’de yayınlanan “Muhteşem Yüzyıl” dizisine yönelik
tutumu ekseninde şekillenmektedir.[2]
Televizyonda yayınlanan programların kurgu olduğunun “unutulup”, gerçekleri
yansıttığını “düşünmek” ergenlik olarak yorumlanmaktadır.[3]
Bununla birlikte bu tartışma etrafında şekillenen görüşlerin, Zeus’un bize
verdikleri ile sınırlı olduğunu düşünüyorum. Levinas’ın etik’i ekseninde düşünecek olursak burada diğer’ine/başka’sına
yönelen bir duruştan ziyade “böyle olacak” çünkü ben “özgürüm” duruşu var. Kuşkusuz
bu duruşu farklı şekillerde yorumlamak mümkünse de ben bu duruşa en uygun sözün
asırlar önce söylendiğini düşünüyorum: l’Etat
c’est moi
Bu hoyrat söylem, “adalet” ve
“özgürlük”ü dikotomik bir yapıya hapsetmektedir. Bu hapislik durumu içinde
bulunduğumuz şizofren ruh halinin ana nedenlerinden biridir. Foucault’nun,
Bentham’dan alarak geliştirdiği panoptikon kavramsallaştırması tam da bu
şizofren duruma işaret etmektedir. Birinin bizi gözetlediği bu hapislik
durumunda doğru taraf, bizi bu şizofren ruh halinden çıkaracağına inandığımız
taraf, ya “adalet” ya “özgürlük” olmak zorundadır. Yani Zeus’un bize çizdiği
sınırlar dahilindeyizdir.
Peki, bu dikotomik yapıyı nasıl
aşabiliriz? Bunun için sorulması gereken sorular, “Devletin sahibi günümüzde kim?”, “Bizi gözetleyen kim?”
gibi sorular mıdır? Karatani, bunun için etik ve ekonomik-politik bir senteze
ihtiyacımızın olduğunu, komünizm idealine Kant’dan ödünç aldığı “düzenleyici
akıl” kavramsallaştırması ile yaklaşmamız gerektiğini söylerken böyle bir çaba
içerisindedir.[4]
Gelin burada Zeus’un hikayesini
bitirelim. Zeus’un ilk eşi, akıl, hile ve kurnazlık Tanrıçası olan Metis’tir ve
Metis bir deniz Tanrıçası olduğu için her kılığa girebilme yeteneğine sahiptir.
Zeus ile girdiği bir tartışma sonrasında kılıktan kılığa giren Metis’e Zeus,
bir su damlası olamayacağını söyleyerek onu kışkırtır. Bunun üzerine su damlası
olan Metis, Zeus’un onu yutması ile birlikte Zeus’un midesine bir güzel
iniverir. Daha sonra Zeus ve Metis’in kızları olan savaşçı Tanrıça Athena,
Zeus’un kafasından dünyaya gelir.(Gezgin ve diğerleri,2004,s.93)
Biz Metis gibi oldukça, Zeus’un
midesinde kalmaya devam ederiz. İşte bu yüzden modernitenin dayattığı dikotomik
düşünmelerin sınırlarını yıkmamız, farklı pencerelerden farklı hayatlardan
bakmamız lazım. Fakat bu post-modernizm naralarıyla kutlanmamalıdır. Nasıl bir
biyo-politika üretilmek istenmekte onu görmemiz ve göstermemiz lazım, nasıl
yabancılaştığımızı en önemlisi de. Bunun içinde muhabbeti yeniden düşünmeliyiz.
Onu yeniden inşa etmeliyiz. Zeus’tan uzak, tıpkı onun babasından uzakta, ondan
habersiz doğması gibi. Biz de ‘muhabbet’imizi “baba”mızdan uzakta, ondan
habersiz doğurmalıyız. Ona müdahale etmesine izin vermemeliyiz. Nietzsche’yi
tekrar düşünmek, bize karanlıktan ve boşluktan korkmamayı öğütlediği noktada
gereklidir. İnsani olanı muhabbetle yeniden inşa edebildiğimizde bu karanlık
üzerinde dans etme yeteneğine de kavuşacağız. Bunun içinde acilen ‘ötekinin yüzü’ne bakarak inşa edeceğimiz
muhabbet’e ihtiyacımız var.
Kaynakça
Bourdieu, Pierre, Pratik
Nedenler, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul, Hil Yayınları, 2006
Direk, Zeynep, Başkalık Deneyimi:
Kıta Avrupası Felsefesi Üzerine Denemeler, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,
2005
Gezgin, İsmail ve diğerleri, Mitoloji(
Mythos ve Logos): Hayatımıza Yön Veren Söylenceler, İstanbul, Güncel
Yayıncılık, 2004
Megill, Allan, Aşırılığın
Peygamberleri, Ankara, Ayraç Yayınevi, 2008
[1]
Burada “bakamamak ya da bakmaktan korkmak” olarak ele aldığım cümle insanların
bunu bir strateji olarak benimsediği görüşünü dışlamamaktadır. Bana göre bu
strateji, bir kaçıştır. Kriz’den
kaçış.
[2]
Burada şunu belirtmenin yerinde olduğunu düşünüyorum: bu tartışmaları gündemi
saptırma olarak ele almak sığ ve indirgemeci bir tutum olur. Şüphesiz bu
tartışmaların çıkış nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Fakat tek neden
değildir. Bu tartışmalar kültürel hegemonya oluşturma çabalarının popüler
kültürdeki izdüşümleridir diye düşünmekteyim. Zira daha önce bu tarz bir
tartışma şehir tiyatrolarının genel sanat yönetmenin belediye tarafından
atanması ve akabinde gelişen tiyatroların özelleştirilmesi konusunda da
yaşanmıştır.
[3]
Bu konuyla ilgili bir röportaj için bakınız: http://www.bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/142632-tv-ile-ergen-iliskisi-kuruyoruz,
Erişim tarihi: 07.12.2012
[4]
Kojin Karatani’nin görüşleri için Transkritik
(Kant ve Marx Üzerine) - çev. Erkal Ünal, İstanbul, Metis Yayınları, 2008 -
kitabına ve Cogito dergisinin Turist:
Modern Çağın Seyyahı? Başlıklı 59. sayısına bakılabilir.