6 Aralık 2012 Perşembe


Zeus’tan Kurtulmak ve Muhabbet

Nietzsche’yi okurken göz ardı edemeyeceğimiz en önemli kavram, onun “Tanrı’nın ölümünü” müjdelediği ‘kriz’dir. O, krizi müjdeler çünkü krizin farkında olan insan artık bir kurtarıcı peşinde koşmayacaktır. İnsan artık sonsuz karanlık boşluğa bakacak ama ondan ürpermeyecek, o boşluğun üzerinde nasıl dans edebileceğinin farkına varacaktır. (Megill,2008,s.67) Yani kendi yaratıcı yıkımının farkına varacaktır.
Nietzsche, bunları düşünürken ne insanlara topyekün kurtuluşun yolunu göstermeyi ne de hakikatin nerede olduğunu söylemeyi amaçlamıştır. Fakat biz, bugün Nietzsche’nin kriz kavramı üzerine düşünmek zorundayız. Böyle bir düşünme bize, kuşkusuz içinde bulunduğumuz modernitenin krizinden kurtuluş reçetesi sunmaz fakat yaratıcılığımızın farkına varmamıza, en azından onun üzerine düşünmemize sebep olarak mevcut paradigmanın dışından bakabilmemizi sağlayabilir.
Yunan mitolojisinde Tanrıların atası dişil Toprak Ana Gaia ve eril gökyüzü Uranos’tur. Bu iki ata-Tanrının birleşmesi sonucu Gaia 12 Tanrıya hamile kalır fakat Uranos, çocuklarının dünyaya gelmesini engeller ve Gaia’nın onları doğurmasına mani olur. Acılar içinde çocuklarını karnında taşıyan Gaia, en küçük oğlu olan Kranos’la işbirliği yapar ve Kranos, babası Uranos’un hayalarını keserek, iktidarı onun elinden alır. Fakat daha sonra Kranos’u bekleyen son da tıpkı babası gibi oğlu Zeus tarafından iktidardan edilmektir. İktidarını kaybetmek istemeyen Kranos, çocuklarını doğdukları gibi yutarak onları kendi bedenine hapsetse de, kendisinden habersiz olarak Girit’te doğan oğlu Zeus’un iktidarı ele geçirmesine mani olamaz. Bununla birlikte Tanrılar arasındaki savaşlardan canı çok yanan Gaia, Zeus’u makus kaderi konusunda uyararak baba ve oğul arasındaki iktidar savaşını bitirir. Zeus artık doğacak olan çocuklarını doğmadan önce anneleri ile birlikte yutmakta ve çocuklarını kendi dünyaya getirmektedir.(Gezgin ve diğerleri,2004,s.33-102)
Bugün devlet tam da Zeus’un yaptığı gibi bizleri, doğumu kendisinin gerçekleştirdiğine inandırarak, iktidarını sürdürmeye çalışmaktadır. Bourdieu’nün deyimi ile devlet, farklı sermaye türlerinin ve simgesel sermayenin yoğunlaşma sürecinin son noktasıdır. Bu yoğunlaşma devleti sermaye-ötesi bir konuma yerleştirmekte ve diğer sermaye türleri üzerinde güç kullanma yetkisi ile donatmaktadır.(Bourdieu,2006,s.101) Peki bu yoğunlaşma nasıl oluşmakta? İşte bu soru bizim kendimize soramadığımız sorudur. Çünkü korkarız. Bu soru, aslında cevabı belli olan ama kimsenin sormaya cesaret edemediği sorudur. Sorunun cevabında devleti öldürürüz (tıpkı Nietzsche’nin Tanrı’yı öldürdüğü gibi), devletin katili oluruz hem de bu öylesine bir cinayettir ki bu, aslında kendi çocuğumuzu öldürürüz çünkü onu biz yarattık.
Toplum sözleşmesi kuramcıları, devletin rasion d’etre’sini, doğal yaşama anarşinin hakim olduğu mitosu ile açıklamakta ve insanların bu kaos ortamından kurtulmalarının yolu olarak, özgürlüklerinin bir bölümünü devredecekleri fakat bu sayede güven içinde yaşayacakları bir örgütlenmeyi göstermektedirler. Bir an için toplum sözleşmesinin devletin ortaya çıkmasını sağlayan etken olduğunu düşünelim. Bugün dahi devletin bize özgürlüklerimiz pahasına, güvenlik sağlayabildiğini söyleyebilir miyiz? Bu sorunun cevabı hayırdır. Öyleyse bu sözleşmeyi bozmamız gerekmez mi? Bozmamız gerekiyorsa bunu neden yapamıyoruz?

                                            Boşluğa bakabilmek

Bunu neden yapamadığımız sorusunun cevabını vermek zordur ve tek bir cevabı yoktur. Ama Nietzsche’nin “tanrı öldü” diye müjdelediği ‘kriz’e bakamamak ya da bakmaktan korkmak[1] bu sorunun cevaplarından bir tanesidir.
Oysa boşluktan korkmamamızı sağlayacak şey, devletin her şeye karışmasını ve Zeus rolünü oynamasına imkan vermemekle mümkün olur. Hayatın en ücra köşelerine dahi devlet müdahalesinin sızmasına izin verdikçe, insani olanın kaybolduğunu, ‘muhabbet’in kaybolduğunu görmemiz lazım. Muhabbet’in kaybolması demek insanın yaratıcılığını kaybetmesi demektir. Her şeyin yasalarla belirlendiği bir yerde insanın kendi etik’ini gerçekleştirmesini beklemek yanlış olur. Yasanın olduğu yerde zorunluluk vardır ve zorunluluğun olduğu yerde de gayri-insani bir durum. İnsanın düşünmesine gerek yoktur, inisiyatif almasına gerek yoktur, ahlaki ve etik bir pozisyon edinmesine gerek yoktur, insan sadece kendisinden yasalar neyi bekliyorsa onu gerçekleştirmek zorundadır. Alın size yabancılaşma
‘Muhabbet’in aşınması insanı,  başkasına yabancılaşır. Bu yabancılaşma bizi, Levinas’a göre adaletin olmadığı bir yaşama götürür:
“ …Özgürlüğü keyfi olmaktan çıkaran, zorlaştıran yaptırımın ilkesi ya da kaynağı ben’in kendisinde bulunmadığı içindir ki, Levinas ben’in özerk özgürlüğünün yerine, başkasına karşı adil olan etik öznenin yaderkliğini geçirir…” (Direk,2005,s.145)
Bu, adaleti, özgürlüğe önceleyen bir etik olarak anlaşılmamalıdır. Zira bu “…öncelik iddiası “sonranın önceliği” yapısı içerisinde anlaşılacaktır elbette-ontolojik düzlemde özgürlük adaletin, yasanın olanağının koşuludur ama özgürlük ancak adaletten sonra geliyorsa keyfi olmaktan kurtulur” (Direk,2005,s.145)
Başkasına yönelmeyen, onu görmezden gelip, bencil özgürlüğüne sığınan insanın adaleti araması beklenmez.  Bir diğer açıdan ise, Zeus artık sahneden çekilir. Artık onun bu oyunda bilfiil rol almasına gerek yoktur. İktidarı öyle sağlam temellere oturmuştur ki ona karşı bir isyanın gelişmesini düşünmez. Çünkü yalnız kalan “birey” artık önce Zeus’un iktidarı ile anlaşmak için pazarlık’a girişmektedir. Pazarlık’ın neticesi bellidir. Her halükarda satıcı kar eder. Yoksa satmaz. Zeus’la pazarlıkta da kul’u ancak Zeus’un ona sunduklarından birini alır yoksa cezalandırılır.
Bugün de gündemimizi meşgul eden tartışmalar hep Zeus’un bize bahşettiği sınırlar dahilinde onun istediği yönde şekillendirilen tartışmalardır. RTÜK, The Simpsons çizgi filmine kızmış ve çizgi filmi yayınlayan CNBC-e’ye para cezası vermiştir. Gerekçe olarak, filmde Tanrı’nın ve dinlerin aşağılanması ve bunun çocuklara olumsuz etkisi gösterilmiştir. Yine bir başka tartışma başbakanın Star tv’de yayınlanan “Muhteşem Yüzyıl” dizisine yönelik tutumu ekseninde şekillenmektedir.[2] Televizyonda yayınlanan programların kurgu olduğunun “unutulup”, gerçekleri yansıttığını “düşünmek” ergenlik olarak yorumlanmaktadır.[3] Bununla birlikte bu tartışma etrafında şekillenen görüşlerin, Zeus’un bize verdikleri ile sınırlı olduğunu düşünüyorum. Levinas’ın etik’i ekseninde düşünecek olursak burada diğer’ine/başka’sına yönelen bir duruştan ziyade “böyle olacak” çünkü ben “özgürüm” duruşu var. Kuşkusuz bu duruşu farklı şekillerde yorumlamak mümkünse de ben bu duruşa en uygun sözün asırlar önce söylendiğini düşünüyorum: l’Etat c’est moi
Bu hoyrat söylem, “adalet” ve “özgürlük”ü dikotomik bir yapıya hapsetmektedir. Bu hapislik durumu içinde bulunduğumuz şizofren ruh halinin ana nedenlerinden biridir. Foucault’nun, Bentham’dan alarak geliştirdiği panoptikon kavramsallaştırması tam da bu şizofren duruma işaret etmektedir. Birinin bizi gözetlediği bu hapislik durumunda doğru taraf, bizi bu şizofren ruh halinden çıkaracağına inandığımız taraf, ya “adalet” ya “özgürlük” olmak zorundadır. Yani Zeus’un bize çizdiği sınırlar dahilindeyizdir.
Peki, bu dikotomik yapıyı nasıl aşabiliriz? Bunun için sorulması gereken sorular, “Devletin sahibi günümüzde kim?”, “Bizi gözetleyen kim?” gibi sorular mıdır? Karatani, bunun için etik ve ekonomik-politik bir senteze ihtiyacımızın olduğunu, komünizm idealine Kant’dan ödünç aldığı “düzenleyici akıl” kavramsallaştırması ile yaklaşmamız gerektiğini söylerken böyle bir çaba içerisindedir.[4]
Gelin burada Zeus’un hikayesini bitirelim. Zeus’un ilk eşi, akıl, hile ve kurnazlık Tanrıçası olan Metis’tir ve Metis bir deniz Tanrıçası olduğu için her kılığa girebilme yeteneğine sahiptir. Zeus ile girdiği bir tartışma sonrasında kılıktan kılığa giren Metis’e Zeus, bir su damlası olamayacağını söyleyerek onu kışkırtır. Bunun üzerine su damlası olan Metis, Zeus’un onu yutması ile birlikte Zeus’un midesine bir güzel iniverir. Daha sonra Zeus ve Metis’in kızları olan savaşçı Tanrıça Athena, Zeus’un kafasından dünyaya gelir.(Gezgin ve diğerleri,2004,s.93)
Biz Metis gibi oldukça, Zeus’un midesinde kalmaya devam ederiz. İşte bu yüzden modernitenin dayattığı dikotomik düşünmelerin sınırlarını yıkmamız, farklı pencerelerden farklı hayatlardan bakmamız lazım. Fakat bu post-modernizm naralarıyla kutlanmamalıdır. Nasıl bir biyo-politika üretilmek istenmekte onu görmemiz ve göstermemiz lazım, nasıl yabancılaştığımızı en önemlisi de. Bunun içinde muhabbeti yeniden düşünmeliyiz. Onu yeniden inşa etmeliyiz. Zeus’tan uzak, tıpkı onun babasından uzakta, ondan habersiz doğması gibi. Biz de ‘muhabbet’imizi “baba”mızdan uzakta, ondan habersiz doğurmalıyız. Ona müdahale etmesine izin vermemeliyiz. Nietzsche’yi tekrar düşünmek, bize karanlıktan ve boşluktan korkmamayı öğütlediği noktada gereklidir. İnsani olanı muhabbetle yeniden inşa edebildiğimizde bu karanlık üzerinde dans etme yeteneğine de kavuşacağız. Bunun içinde acilen ‘ötekinin yüzü’ne bakarak inşa edeceğimiz muhabbet’e ihtiyacımız var.

Kaynakça

Bourdieu, Pierre, Pratik Nedenler, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul, Hil Yayınları, 2006
Direk, Zeynep, Başkalık Deneyimi: Kıta Avrupası Felsefesi Üzerine Denemeler, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005
Gezgin, İsmail ve diğerleri, Mitoloji( Mythos ve Logos): Hayatımıza Yön Veren Söylenceler, İstanbul, Güncel Yayıncılık, 2004
Megill, Allan, Aşırılığın Peygamberleri, Ankara, Ayraç Yayınevi, 2008



[1] Burada “bakamamak ya da bakmaktan korkmak” olarak ele aldığım cümle insanların bunu bir strateji olarak benimsediği görüşünü dışlamamaktadır. Bana göre bu strateji, bir kaçıştır. Kriz’den kaçış.
[2] Burada şunu belirtmenin yerinde olduğunu düşünüyorum: bu tartışmaları gündemi saptırma olarak ele almak sığ ve indirgemeci bir tutum olur. Şüphesiz bu tartışmaların çıkış nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Fakat tek neden değildir. Bu tartışmalar kültürel hegemonya oluşturma çabalarının popüler kültürdeki izdüşümleridir diye düşünmekteyim. Zira daha önce bu tarz bir tartışma şehir tiyatrolarının genel sanat yönetmenin belediye tarafından atanması ve akabinde gelişen tiyatroların özelleştirilmesi konusunda da yaşanmıştır.
[3] Bu konuyla ilgili bir röportaj için bakınız: http://www.bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/142632-tv-ile-ergen-iliskisi-kuruyoruz, Erişim tarihi: 07.12.2012
[4] Kojin Karatani’nin görüşleri için Transkritik (Kant ve Marx Üzerine) - çev. Erkal Ünal, İstanbul, Metis Yayınları, 2008 - kitabına ve Cogito dergisinin Turist: Modern Çağın Seyyahı? Başlıklı 59. sayısına bakılabilir.