29 Temmuz 2011 Cuma

Muhafazakar-Demokrasi ( 1 )


Son dönemde Türkiye’de ve dünyada yaşanan gelişmeler, faşizmin kitleleri ne derece kolay mobilize edebileceğini göstermektedir. 12 Haziran seçimleri sonrasında siyaset kurumunun yaşanan duruma çözüm bulamaması, ardından gelen çatışma haberleri ve ölümler, konserlerde yaşanan provokasyonlar faşizmin toplumsal tabanının etkinliğini göstermektedir. Aydın’da, Trabzon’da, İstanbul’da ve Eskişehir’de yaşanan gelişmeler Türkiye’de etnik çatışmaların ne kadar kolay ateşlenebileceğini gösteren gelişmelerdir. Yaşananlara devlet ve siyaset kurumunun ilgisizliği, gözaltına alınmalarda yapılan ayrımcılık[1], devletin nasıl da egemen sınıfın baskı aygıtı olarak işlev gördüğünü gözler önüne sermektedir. Bunun yanında yaşanan gelişmeler AKP’nin ileri demokrasi anlayışının ve “muhafazakar-demokrat” kimliğinin ne denli ilerici olduğunu sorgulamaya mecbur bırakmaktadır. Bu yönüyle de AKP’nin demokratikleşme söylemine körü körüne destek veren özgürlükçü! siyasal hareketlerin özeleştiri yapması gerekmektedir. Zira bugün milliyetçi-ülkücü olarak adlandırılan faşist mobilizasyon, AKP’nin muhafazakar politikalarına içkindir. Son dönemde egemen siyaset kurumunun faşist söylem üretmesinin altında yatan sebep tam buradadır.
Türkiye’de etnik kimliklerin birbirlerine karşı hasmane tutum takınmasını sağlamaya yönelik faşist toplumsallaştırma seçim dönemlerinde prim yapmaktadır. Nitekim bu durum 12 Haziran seçimlerinde de değişmemiş, AKP kolayca sözde muhafazakar-demokrat kimliğinin altında maskelediği faşist söylemle bugün yaşanan etnik temelli çatışmaların ateşini körüklemiştir. Meydanlarda Alevi kimliği nedeniyle Kılıçdaroğlu yuhalanmış, ( Kılıçdaroğlu’nun AKP mitinglerinde yaşanan bu duruma tepki göstermemesi manidardır. ) Emek ve Özgürlük Bloğu milletvekilleri şiddeti körüklemekle suçlanmış ve kitlelere hedef olarak gösterilmiştir. Seçim döneminde yaşananlar sadece bunlarla sınırlı kalmamıştır. Hopa’da yaşanan olaylar, devlet aygıtının zor kullanma gücünün sınırsızlığını göstermiştir. Yaşanan olaylarda hayatını kaybeden Metin Lokumcu’ya yönelik başbakanın sözleri, muhafazakar-demokrat zihniyetin en güncel çelişkisidir. Hepsinden öte başbakanın hayatını kaybeden bir vatandaşa yönelik aldırmaz tavrı, işgal ettiği konumun değerleri ile uyuşmamakta, savunduğunu iddia ettiği dünyevi ve uhrevi zihniyetin ahlaki ve moral değerleri ile örtüşmemektedir. Tüm bunlarla birlikte başbakanın bu faşizan tavır ve söylemleri toplumda kimlerin ileri demokrasinin nimetlerinden faydalanabileceğini gösteren kırmızı çizgiler olması nedeniyle önem taşımaktadır.[2]
Gerçektende 2002’de iktidara geldiğinden bu yana AKP, siyaset kurumunu dönüştürerek Türkiye’de egemen konuma dönüşmüştür. İlk önce muhafazakar kesime yönelik Kemalist-laik-ulusalcı baskılar göz önüne alınarak toplumun tüm kesimlerine sunulan demokratikleşme dalgası, bu meyanda cereyan etmiş, Türkiye’de demokrasi, inanç özgürlüğü mücadelesine eklemlenerek gerçek demokrasinin bu yönde yapılacak bir mücadele ile tesis edilebileceği savunulmuştur.[3] Nitekim bu muhafazakar-demokrasi anlayışı, özellikle Kürt siyasal hareketini ve sol siyaseti nihayetlendirmek üzere de kullanılmaya çalışılmıştır ve hala çalışılmaktadır.
Diğer yandan AKP’nin muhafazakar-demokrasi anlayışı başlangıçtan bu yana bünyesinde faşizan öğeler barındırmıştır. Bu yönüyle AKP, günümüzdeki moda tartışma tabiri ile 90’lı yıllardaki anlayışı, yeni yüzyıl için yeniden dönüştürmüştür. Hrant Dink’in öldürülmesine gidilen süreçte yaşananlar, 301’in varlığı, AKP’nin demokrasi söylemi ile çelişmektedir. 90’lardan tek fark ise 90’ların aksine faşist söylemin siyasal partilerce daha belirgin ayrımlara tabi tutulması olmuştur. 90’lı yıllar boyunca tüm sistem partileri tarafından benimsenen faşizm, 2002 sonrasında AKP ile birlikte muhafazakar veçhesini AKP’ye, milliyetçi veçhesini MHP’ye ve ulusalcı veçhesini CHP’ye teslim ederek belli derecede sınırlar çizme yetisini kazanmıştır. Fakat bu sınırları tekel olarak düşünmemek gerekmektedir. Zira ortak düşmana karşı ( vatan hainleri, Ermeniler, Kürtler, azınlıklar… vs. ) faşizm savaşını işbirliği içerisinde sürdürmektedir.
Bu noktada biraz muhafazakarlık, faşizm ve demokratlık kavramlarına değinmekte fayda vardır. Muhafazakarlık ve demokrasi kavramlarının birbirlerine eklemlenerek ortaya çıkan, dinsel, geleneksel değerlere bağlı ancak aynı derecede ilerici ve demokrasiden yana olduğunu iddia eden her hangi bir ideolojinin inandırıcılığı her zaman için şüphelidir. Zaten böyle eklemlenmenin olasılığı da imkansızdır. Demokrat olmak sürekli yenilikçi olmayı, toplumun daha iyiye doğru sonsuz dönüşümünü savunmayı gerektirir. Bu diyalektik, demokratlık için sine qua non’dur. Oysa AKP’nin demokratlık anlayışı kapitalist sistem mantığınca, piyasa şartlarında yenilikçi olmayı savunmaktadır. Yani demokratlık eşittir serbest piyasayı savunmak. Bu nedenle AKP’nin gelişmişlik söylemi kapitalizmin söylemi olan ekonomik büyüme, iktisadi kalkınma ekseninde şekillenmektedir. Muhafazakar söylem ile AKP, özellikle dinsel değerlere, geleneklere ve geçmişe bağlılığı salık vermektedir. Söz konusu dinsel değerler ve geçmişe bağlılık AKP’nin demokrasi anlayışını çevreleyen unsurlardır. Bu çerçevede önceden “Sünni-Türk-Atatürkçü” olarak tanımlanan ideal vatandaş profilinden AKP sonrasında sadece Atatürkçülük etiketi çıkarılmış, “Muhafazakar-Sünni-Türk” yeni ideal vatandaş tanımlaması olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi egemen unsurun dönüşümü ulusalcılardan, muhafazakarlara bir seyir izlemiş, bu durumun demokrasi ve özgürlükler alanına yansıması da bu minvalde tezahür etmiştir.[4] Yani eskinin de yeninin de düşman anlayışı değişmemiştir.
Kendinden olmayana yaşam alanı tanımayan, onun varlığını ve görünürlüğünü inkar eden bu zihniyet, cemaat yapılanmalarına destek vermesi nedeniyle de faşizandır. Bugün cemaat yapılanmaları, bireylere yardımlaşmanın mistisizmi üzerinden bir kurtuluş yolu çizmekte, bu yolla bireyler sömürülmektedir. Birbirlerine yardım ettiklerine inandırılan bireyler uhrevi huzuru elde ettiklerini düşünmekte, sadaka kültürü gelişmekte, cemaat yapılanması muhtaçlar ve yoksullar için ideal düzen haline gelmektedir. Bu durum cemaat yapılanmasının genişlemesini beraberinde getirirken aslında birey, özgürlüklerinden vazgeçtiğinin farkına varmamaktadır. Minnet duygusu ve sadaka kültürü bireyi cemaate daha çok bağımlı kılarken, bireye özgürlük olarak sunulanlar cemaatin sınırlarına tekabül etmektedir. Bu durum insanın öz-yabancılaşmasının ta kendisidir.
Diğer açıdan cemaat tipi yapılanmalar ekonomik özgürlüğün ve yardımlaşmanın tek alanı olarak alternatifsiz hale gelmektedir. Ekonomi namına elde edilmeye çalışan çıkarlar, ilişkiler ağı, cemaat ilişkilerine eklemlenmektedir. Yardımlaşma adı altında cemaatin önde gelenleri zenginliklerine zenginlik katarken, cemaat üyeleri birileri tarafından sömürüldüklerini bilmeden sevap işlediklerini sanmaktadırlar. Nitekim Deniz Feneri Derneği üzerinden yapılan yolsuzluk tam da böylesi bir istismardır. ( Kuşkusuz cemaat yapılanmasının ekonomi-politik eleştirisi bu kadar kısıtlı değildir fakat bu yazı kapsamında ona ayrılacak yer daha fazla olmamalıdır. )
Sonuç olarak AKP’nin savunduğu muhafazakar-demokrasi başlı başına tutarsız bir ideolojidir. Biz/onlar ayrımına bu ideolojinin penceresinde bakıldığında sınırların keskinleştiği bir gerçektir. Bu meyanda söz konusu demokrasi anlayışı, Türkiye’de 90’lı yılların faşizmini ortadan kaldırmak adına gerçek bir alternatif olarak değil, kendisini hegemon sınıf yapma amacı etrafında şekillenmektedir. İşte bu sebeple AKP’nin muhafazakar-demokrasi anlayışı faşizminin 21. yüzyıl için dönüştürülmüş bir versiyonudur. Zira söz konusu ideoloji hem faşizme içkindir hem de zaten onun çocuğudur. Zaman zaman AKP yöneticilerinin ve önde gelenlerinin söylemleri de bu durumu kanıtlamaktadır. Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün mübadele ve tehcirin ulus-devlet kurulmasındaki önemine dikkat çeken demeci faşizm ve AKP’nin muhafazakar-demokrasi anlayışının nasıl da aynı ağacın meyveleri olduğunu göstermesi açısından güzel bir örnektir. Bu çerçevede bugün bazı çevrelerce oluşturulmaya çalışılan çatışma ortamını adlandırmak için 90’lı yılları örnek göstermek hatalıdır. AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana demokrasi adı altında yapmaya çalıştığı şey sistemi kendi çıkarlarına uygun olarak dönüştürmektir ve demokrasi mücadelesine salt bu dar açıdan bakılacak olursa gerçek gözden kaçmış olur. 301, Diyanet’in ve YÖK’ün mevcudiyeti, etnik ayrımcılığın devam etmesi, yaşanan ölümler ve suikastlar göz önüne AKP’nin statükocu diğer siyasal yapılanmalarından farkının olmadığı anlaşılacaktır. 
  
  


[1] İstanbul Zeytinburnu’nda yaşanan gerginlik ve çatışmalar sonucunda Kürtler Terörle Mücadele Şubesine götürülürken, göz altına alınan Türkler Asayiş Şubeye götürülmüştür. http://bianet.org/bianet/toplum/131793-kurt-olanlar-terorle-mucadeleye-olmayanlar-asayis-e
[2] Bu çizgiler içinde Metin Lokumcu’nun ölümünü protesto edenler de yoktur. Zira polisin protestolar sırandaki sert tutumu, bir insanı Ankara’nın göbeğinde felç kalma riskine varıncaya kadar dövmesi sonrasında ileri demokratlardan! hiç kimsenin bu yaşanan devlet teröründen rahatsız olmaması manidardır.
[3] Gerçek bir demokraside inanç özgürlüklerinin güvence altına alınması elzem bir öneme haizse de tüm demokrasi mücadelesini ya da ideal demokrasi anlayışını salt bu çerçevede tanımlamak problemli bir alana tekabül etmektedir.
[4] Bu nedenle Ergenekon davası ile yaşandığı ileri sürülen demokrasi savaşı aslında bir hegemonya savaşıdır.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Barış İçin Kürtçe

Klişe bir cümle vardır: “Sanat evrenseldir, dili yoktur.” diye. Fakat geçen gün İstanbul’da caz festivali sırasında bu klişeye ters düşen bir olay yaşandı. Bir grup beyaz yakalı caz sever faşist, Kürtçe ayran anlamına gelen “Dew Dew” şarkısını söyleyen Aynur Doğan’a, Silvan’da yaşanan çatışmada ölen askerleri bahane ederek saldırıda bulundu. Böylesi toplumsal duyguların en had safhada olduğu dönemlerde böylesine provokatif eylemlerin gerçekleşme ihtimali yüksektir. Zira böyle anlarda savaşın dilini konuşmak ya da konuşanların cümleleri kitleleri daha rahat etkisi altına alır. Her ne kadar olaydan sonra medyadan, aydınlardan ve toplumun belli bir kesiminden Doğan’a destek verenler çıkmış olsa da şu da unutulmamalıdır ki vice versa toplumun belli bir kesimi de beyaz yakalı caz sever faşistlerin eylemlerini onaylamaktadırlar, en azından susarak, tepkisiz kalarak onlara destek vermektedirler.
Bilindiği gibi Türkiye’de pek çok aydın, düşünür, yazar, siyasi düşünceleri ne olursa olsun “ Türklüğe hakaret ”ten yıllarca hüküm giymiştir, bu hukuk dışı uygulama hala daha da demoklesin kılıcı gibi durmaktadır. İfade ve düşünce özgürlüğü kapsamına giren pek çok beyan, açıklama, yazı… vs. “ Türklüğe hakaret çuvalının” içine atılmıştır ve hala atılmaktadır. Peki, o zaman caz festivalinde yaşanan olaylara geri dönecek olursak orada da yıllarca yok sayılmış, kültürel-etnik kimliği baskı altına alınarak yok edilmeye çalışılmış bir halka hakaret yok mu? O caz sever faşistlere, Kürtçeye ya da yarın başka bir dile hakaret etme hakkını veren nedir? Kimdir?
Bu provokatif eylemi yapanlara karşı devlet ne yapmıştır? Sokaklarda haklarını arayan öğrencileri, sosyalistleri, Kürtleri, işçileri, emekçileri anında bulan gözaltına alan onlara işkenceler yapan hatta onları öldüren devlet bu faşistlere karşı ne yapmıştır? Hiçbir şey. Yani daha önce Ahmet Kaya’ya çatal bıçak atanlara karşı ne yaptıysa yine aynısını yapmıştır.
Bilindiği gibi anayasanın 10. Maddesi kanun önünde farklı kimliklerin ( din, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep ) eşit olduğunu müjdeler. Bu durum hukuk dilinde mutlak eşitlik olarak adlandırılır. Şimdi anayasanın 10. Maddesini bir kenara koyalım, yapılan saldırıya yeniden bakalım. Görüldüğü gibi devlet “ Türklüğe hakaret” ettirmemekte, ama “ Kürtlüğe hakaret” edilmesine ( ki bu sadece Kürt kimliği ile sınırlı değildir, diğer kimliklere karşı yapılan hakaretlerde aynı oranda devlet koruması altındadır. ) müsaade etmektedir. Yani ayrımcılık yapmaktadır. Suç işlemektedir.[1]Devletin yıllarca halklar arasında ayrımcılığı körükleyen bu tavrı kendini en son caz konserinde göstermiştir. Devlet bugüne kadar yaşananların sorumlusudur, muhtemel gelecek olaylar için önlem almadığı için de bugün yaşananların aynılarının yarın yaşanmasına çanak tutmaktadır.
Maalesef faşizm toplumun tüm kesimlerine hızla yayılmaktadır. En son yaşanan olayın bizim suratımıza tokat olarak çarptığı gerçek sanatın bile ötekileştirildiği gerçeğidir. Aslında bu ötekileştirme yeni değildir ama bizim kör gözlerimiz onu anca görebilmektedir, lal dillerimiz onu anca söyleyebilmektedir. Türkiye halkları olarak birbirimize öyle yabancılaştırılmışız ki, birbirimizi gördüğümüzde sarılacağımız yerde öldürmeye kalkışmaktayız. Birbirimizin diline, kültürüne tahammül edemezken, okullarımızda gelişmişliğimizin göstergesi olarak koca koca ülkelerin dillerinde eğitim almışız. Aldığımız eğitimi kendimize etiketi yapmışız, kapitalist piyasada kendimizi pazarlıyoruz. Ama yanı başımızda kardeşlerimiz konuştuğu, şarkılar söylediği, hüzünlerini, sevinçlerini paylaştığı dile düşman kesilmişiz. Sonuç ortada biz kardeşlerimize yabancılaşmışız, kendimize yabancılaşmışız. İstiyoruz ki kardeşimiz her şeyini bıraksın koşa koşa bize gelsin. Moda tabirle yok öyle bir dünya.
İnsanların kendi anadillerini öğrenemedikleri, kardeşlerin birbirlerinin dillerini bilmedikleri bir toplumda hangi gelecekten bahsedilebilir ki? Türkiye halkları birbirine yabancılaştırılıyor, bu durum barışı yaralıyor. Kürtçe öğrenmek, yaralı barışın yaralarından birini sarmamıza yardımcı olur. O zaman Türkler Kürtleri anlar, acılarını sevinçlerini paylaşır. O zaman barışın dili hakim olur. O zaman Aynur doğan’a saldıran beyaz yakalı caz sever faşistlerin sonu gelir. Faşizmin sonu gelir.


[1] Bu açıdan bakınca mevcut iktidarın ileri demokrasi adına yeni anayasa söylemi de samimiyetini yitirmektedir. Zira mevcut anti-demokratik anayasanın bir hükmünü dahi doğru okuyamayan ve savunan ( 301 Cemil’i hatırlayalım ) bir iktidardan, bu anlayışa sahip bir siyasi oluşumdan ileri demokrasi beklemek, demokratik anayasa beklemek kelimenin tam manası ile safdilliktir.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

DEMOKRASİ ÜZERİNE


Bugün tüm dünyada demokrasi kavramı seçimlere endekslenerek açıklanmakta, en iyi demokrasinin en uzun süre seçim sistemine sahip olma ya da seçimlerin hangi aralıklarla yapıldığı, adil olup olmadığı gibi kıstaslarla ölçüldüğü bir gerçektir. Bu noktada demokrasinin, seçimlerin nicelik unsurları ile tanımlanması, demokrasinin niteliğine bakış açımızı sakatlamakta, onu derinleştirmemizi engellemektedir. Bununla birlikte bunun sebebi liberal demokrasi kavramının krizinde ve yabancılaşma kavramında yatmaktadır.
Demokrasi kavramının sadece seçimlere endekslenmesi ve sonuçlarına göre demokrasinin niteliğinin belirlenmesi ve onun tanımlanması aslında kapitalist sistemin yanılsamalarından ( yanılsatmalarından ) birisidir. Bu nedenle fetişizm ile açıklanmayı hak etmektedir. Marx, Kapital’de meta fetişizmini açıklarken, onun emeğin meta olarak üretilmesi ile üzerine yapışan bir kavram olarak nitelendirir. Meta artık onu üreten emekten bağımsız bir nesne olarak algılanır. Aynı şekilde bugün gelinen noktada demokrasi de fetişleştirilmiş, birey kendi emeğinin ürünü olan demokrasiye ve demokratik! kurumlara yabancılaşmıştır. Yani demokrasi kendinde şey’e dönüşmüştür.
Demokrasilerde yasalar önemli bir işleve sahiptir. Ama burada unutulmaması gereken gerçek yasaların toplumsal koşulların ve insanların varlığının bir ürünü olmasıdır yani demokraside yasalar, yasalar oldukları için değil, insanlar için var olduklarında demokrasi gerçek niteliğine bürünebilir. Marx da Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde, “insanın varoluş nedeninin yasa değil ama yasanın varoluş nedeni insandır; yasa demokraside insanın varoluşudur, oysa bütün öteki rejimlerde insan yasanın varoluşudur.”[1] cümlesiyle konuya değinmiştir. Kitabın genelinde de Hegel’in devlet ve burjuva-sivil toplum tasavvuru “kendinde şey” olarak betimlendiği için Marx’ın eleştirisine maruz kalmıştır.  
Demokrasi kavramının, sorunsal haline gelmesinde bu yabancılaşmanın önemli bir paya sahip olduğu gerçektir. Yabancılaşmanın kaynağında ise bir kısır döngünün yattığını söyleyebiliriz. Kapitalist toplumlarda bireyin karşı karşıya kaldığı topluma yabancılaşma ve kendine yabancılaşma, bugün gelinen noktada siyaset kurumuna ilgisizlik olarak tezahür etmekte, insan merkezli oluşturulmayan siyaset topluma yabancılaşmayı beraberinde getirirken, demokrasi, demokratik kurumlar, devlet varlığını kendine borçlu olarak “kendinde şey” olarak tüm yaşam alanını hem şekillendirmekte hem de tahakkümü altına almaktadır.
Görüldüğü gibi demokrasi olgusunun bugün sorunlu hale gelmesinin nedeni fetişleştirilmesidir. Bugün demokrasi fetişizminden bahsetmemizin bir başka nedeni de pratikteki uygulamalardır. Temsili demokrasi kavramı başlı başına bir problem alanı oluşturmaktadır. Devlet yapılanmalarının bir gereği olarak antik Yunan’daki doğrudan demokrasi anlayışının uygulama alanı bulamaması temsili demokrasileri zorunlu kılmış bir etkendir.
Modernleşme ile birlikte demokrasi kavramı kapitalizm ile iç içe geçmiş, demokrasinin en makbul olanının liberal-demokrasiler olduğu düşünülmüştür. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde esas sorun da liberal-demokrasi anlayışında ve bu anlayışın ideal demokrasinin yerine ikame edilmesinde düğümlenmektedir. Demokrasi en kaba tabiri ile halkın kendi kendini yönetmesidir. Oysa modernleşme ideolojisi pozitivist ve rasyonalist bakış açısı ile demokrasilerde halkın yönetime katılımını aracılar vasıtasıyla yapmasını kutsamakta, böylece bir yandan halkın dolaylı da olsa halkın yönetime katılımını kutsamakta diğer yandan da rasyonalist-pozitivist özelliğinden vazgeçmemektedir. Bu noktada toplumun “ortak aklı” ve “ortak iyisi”, seçilmişlerde vücut bulmak zorunda kalmaktadır. Bu noktada temsili demokrasi kavramının bir başka problemli boyutu ortaya çıkmaktadır: “Toplumun iyisinin”, “seçilmişlerin iyisi ve çıkarı” içerisinde yok olma tehlikesi.
Modernleşme ideolojisinin bir boyutu olarak rasyonalist ve pozitivist bakış açısı, temsili demokrasi sorununda da kimi durumlarda seçilmişlerin aklını, iyisini hayata geçirmeyi imkansız kılmaktadır.”Bürokratizm”[2] olarak adlandırılabileceğimiz bu durumda, kendi alanlarında eğitim almış ve modernizmin ideal birey tipi olarak kutsadığı kişiler, toplumsal yapıda ayrı bir Modernizm kurumu olarak yerlerini alırlar. Her ne kadar temsili demokrasilerde bürokratlar, seçilmişlerin denetimine tabi olsalar da, alanında eğitim almış rasyonel ve pozitivist bireylerden oluşan bu tabaka toplumsal hayatın ve kurumların şekillenmesinde etkili olabilmektedir. Bir diğer deyişle modernizmin kutsalları rasyonalizm ve pozitivizm, bürokratizme meşruluk sağlayabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bu durum en güzel örneklerinden birini oluşturmaktadır. Tanzimat sonrasında başlayan Batılılaşma hareketleri neticesinde ortaya çıkan bürokrat-seçkin sınıf, cumhuriyetin kuruluş aşamasında kendisini halktan soyutlayarak, modern bir millet yaratma düsturu ile bürokratlar yapısı bir siyasal ve ekonomik sistem inşa etmişlerdir. Böylece politik sistem bütünleşme sağlarken ( ki bunda tek parti ideolojisinin büyük payı yadsınamaz ), halk, periferik bir unsur olarak dışarıda bırakılmıştır.[3]Böylece Türkiye’de ortaya çıkan anlayış modernleşmenin devlet eliyle gerçekleştirilmesi ve bu süreçte periferik unsurların “seferberlik” söylemi ile mobilize edilmesi olmuştur. Sonuçta güçlü bir bürokrat-seçkin sınıf, başlarında mühendislerin bulunduğu rasyonalist bakış açısında sahip oldukları iddiası ile Türk seçmenine vaatlerde bulunan siyasi partiler ve bu bağlamda şekillenen popülist-pragmatik bir siyaset anlayışı ortaya çıkmıştır.
Modernleşme ideolojisinin alt-yapısını kapitalizm oluşturmaktadır. Kapitalizmin demokrasiyi dönüştürmesi sonucu ise liberal demokrasilerin varlığından söz edebiliriz. Liberalizm, merkeze “birey”i alan bakış açısına sahip bir ideolojidir. Liberallere göre somut olarak var olan birey, soyut bir takım kavramlar adına tahakküm altına alınmamalı ve görmezden gelinmemelidir. Liberalizmin soyut olarak adlandırdığı bu kavramlar toplum, halk, sınıf gibi kavramlardır. Liberal bakış açısına göre söz konusu soyut kolektivitelerin çıkar ve iyilerini öncelemek, bireyin özgürlük alanını daraltıcı bir unsurdur. Görüldüğü gibi liberaller açısından öncelikli mesele ortak iyinin ve çıkarın peşinde koşulmasından ziyade maksimum özgürlüğün sağlanmasıdır. Bu nedenle de aslında eşitliği amaçlayan kolektif iyiler ile özgürlüğü amaçlayan bireysel iyiler çatışma içerisindedir. Nitekim R. Dworkin, eşitlik ve özgürlükler arasındaki bu çatışmayı “ bazen eşitliği geliştirmenizin en etkili yolu özgürlükleri kısmaktır, bazen de tam tersi özgürlükler için geçerlidir.” şeklinde özetlemiştir.[4]
Liberalizmin bu bakış açısı liberal demokrasileri, antik Yunan site devletlerindeki demokrasi anlayışından yukarıda bahsedilenler dışında bir noktada daha ayırmaktadır. Antik dönem demokrasilerinde özgürlük kavramından anlaşılan sosyal iktidarın paylaşılması iken, liberal demokrasilerde özgürlük bireyin maksimum faydayı elde etmesine endekslenmiştir[5] ve liberal demokrasilerde özgürlüğü garanti altına alacak anayasaların ve kuralların varlığı da bireyin maksimum iyisine atıfta bulunmaktadır. Buradan hareketle liberaller, özel alan ve kamusal alan ayrımına giderek özgürlüklerin maksimize edildiği bir özel alan ve toplumu ilgilendiren dolayısıyla özgürlüklerin sınırsız olmadığı bir kamusal alan tasavvur ederler.
Liberal demokrasi kavramından bahsederken “özgürlüklere” yapılan vurgunun üzerinde de durmamız gerekmektedir. Nihayetinde kamusal/özel alan ayrımı özgürlüklerin güvence altına alınmak istenmesinin neticesidir. Burada iki isim öne çıkmaktadır. H. Arendt’in tanımlamasına göre kamusal alan Antik Yunan’da lexis ve praxis arasındaki etkileşimi temsil eder ve özgürlüklerin alanıdır. Antik Yunan’daki kamusal alan tanımından yola çıkan Arendt, kamunun iki anlamı üzerinde durmuştur. Bu anlamlar birbirleriyle yakın ilişkisel olmalarına rağmen birlikte tanımlanamayacak iki fenomendir. Bunlar;
·         Kamuda her şeyin, herkes tarafından olduğunca geniş olasılıkla görülebildiği, duyulabildiği alan
·         Ortak olarak tanımlanan her şeyin, bireyselden/özelden ayrıldığı alan olarak tanımlanmaktadır.[6]
Arendt, bu kamusal alan tanımlaması çerçevesinde “millet”i de toplumun politik formu, “super-human family” olarak tanımlamıştır. İster geniş anlamda milleti ele alalım ister kamusal alanı ele alalım burada liberal-demokrasi kavramının bir başka sakat yanı ile karşılaşmaktayız: Çoğulcu anlayışa sahip kamusal alanın nasıl tesis edileceği sorunu. Her ne kadar sınırsız özgürlükler özel alana dahil edilerek bu sorun aşılmaya çalışılmışsa da günümüzde kimlik temelli siyaset kurumunun varlığı liberal teorinin varsaydığı bu ayrımı muğlaklaştırmaktadır. Bu konuda tekrar Arendt’e geri dönecek olursak bizim dikkatimizi Kant’ın ahlak felsefesinden mülhem politik empatinin önemine çekecektir. Arendt’e göre doğru eylem, kamudaki diğer görüşleri de dikkate alan, empati yaparak alınan görüşlerdir.[7] Bir başka açıdan Habermas da iletişimin önemi üzerinde durarak temsili demokratik sistemin yeniden inşası için gereken siyasi eylemlilik için güçlü bir temel oluşturmaya çalışmıştır.[8] Bugün gelinen noktada kamusal alan/özel alan ayrımının kimlik temelli siyaset kurumu nedeniyle belirsizleştiğini, sınırsız özgürlük alanı olarak özel alanın, kimlik temelli siyaset için yeterli gelmediği aşikardır. Buna neden olan bazı ana sorundan bahsedebiliriz. Bunlar öncelikle devlet aygıtının kamusal alanla sınırlı tutulamaması ve tahakkümün tüm yaşam alanına sirayet etmesi, değişen konjonktürle birlikte çoğulculuk’un siyaset ve toplum hayatında ön plana çıkmaya başlaması ve tahakkümün neticesi olarak çoğulculuk anlayışının hareket alanı bulamaması ( ne kamusal ne özel alanda )[9], kimlik temelli taleplerin liberal demokrasiler tarafından karşılanamamasıdır.
Kimlik temelli siyaset, Soğuk Savaş sonrasında tüm dünyada öncelikli bir konum edinmiştir. Soğuk Savaşın sürekli savaş tehdidi altında her iki tarafında görmezden geldiği kimlikler su yüzüne çıkmaya başlamış, bu kimlikler aynı zamanda siyaseti de şekillendirmeye ve dönüştürmeye başlamıştır. Post-modern siyaset çoğulcu bir niteliğe kavuşmuş/kavuşmak zorunda kalmıştır. Söz konusu bu çoğulculuk bir yandan kültürel çoğulculuğu diğer yandan değer çoğulculuğunu da kapsamakta, her şeyin yan yana olduğu bu yeni dönemde siyasette de kimliklerin yan yana var olabileceği tasavvur edilmiştir. Bu rölativizm içerisinde modern siyaset kurumunun “ortak akıl”, “ortak iyi”, “ortak çıkar”ı ve liberal demokrasi anlayışının kamusal alandaki seküler niteliği muğlâklaşmaktadır.
Kimlik temelli siyaset, sınıf temelli siyaset anlayışı ile de etkileşime geçmekte ve iki siyaset birbirlerini dönüştürmektedir. Bir etnik kimlik bir sınıfsal kimlikle eklemlendiğinde artık o sınıf mücadelesinin salt ekonomik temellerle açıklanması zorlaşmakta hatta imkansız hale gelmektedir. Tam tersi de etnik kimlikler için geçerlidir. Bu durum aslında tam olarak söylem ile ilgilidir.[10]
Bu noktada liberal demokrasinin kimlik temelli sorununu aşmak adına demokrasinin derinleştirilmesine yönelik iki önemli tartışma mevcuttur. Bunlardan ilki Habermas’ın “müzakereci demokrasi”si diğeri de Mouffe ve Laclau’nun “radikal demokrasi” teorisidir. Bu yazı çerçevesinde radikal demokrasi teorisi üzerinde durulacaktır. Mouffe, Demokratik Paradoks isimli çalışmasında Carl Schmitt’ten mülhem dost/düşman ayrımını siyaset teorisinde öncelikli bir yere konumlandırmış, son tahlilde yapılması gerekenin düşmanın “muhalife” dönüştürülmesinin gerekliği üzerinde durarak, “antagonism in “agonism”e dönüştürüleceği bir teori sunmuştur.[11] Mouffe’ e göre çatışmanın antagonistik boyutunu kabul etmek önemlidir. Hasımın kimliğini kabul etmek önemlidir ve politik olanın doğasında var olan söz konusu çatışma sökülüp atılamaz. Neticede önemli olan düşmanların hasım antagonizmanın da çekişmeye dönüştürülerek çekişmeci çoğulculuk olarak adlandırılan mantığın yerleştirilmesidir.[12] Bu konuda Mouffe, Demokratik Paradoks’ta demokrasilerde çatışmanın önemine şu sözlerle değinmektedir:
“ …iyi işleyen bir demokrasi, demokratik politik konumların enerjik bir çatışmasına ihtiyaç duyar. Bu yoksa, bu demokratik karşılaşmanın yerini, özdeşleşme politikasında olduğu gibi, diğer kolektif özdeşleşme biçimleri arasında bir karşılaşmanın reddine yapılan aşırı vurgu, politik katılıma yönelik soğukluk ve kayıtsızlığa yol açar. Daha da kötüsü, sonuç, demokratik süreçler tarafından idare edilemeyen konular etrafında kolektif tutkuların billurlaşması ve nezaketin temelini parçalayan bir antagonizmalar patlaması olabilir…”[13]
Yukarıdaki paragrafın devamında Mouffe, çatışmanın önemine yaptığı bu vurgu nedeniyle çoğulcu bir demokrasi idealinin rasyonel konsensüse dayandırılamazlığına değinmiştir. Burada önemli olan liberal-demokrasi teorilerinin aksine tutkuları özel alana hapsetmek değil, bu tutkuların demokrasi için kamusal alanda seferber edilebilmesidir.
 Liberalizme yönelik Macpherson’un “sahiplenici bireycilik” eleştirisine de değinmek gerekmektedir. Zira bu eleştiri liberal geleneğin birey temelli yaklaşıma saldırısı nedeniyle önemlidir. Macpherson’a göre liberalizmde her ne kadar “birey” öne çıksa ve “bireysel faydanın maksimizasyonu” , “bireyin kendi insani güçlerini tümüyle gerçekleştirmesi” temel ilkeler olarak görülse de, sorun başlangıçtaki birey kavramının altının doldurulmasından kaynaklanmaktadır. Macpherson’a göre liberalizmde birey bir şey sahip olma ile tanımlanmaktadır. Bu sahiplenici bireycilik anlayışı, “bireyin kendi insani güçlerini tümüyle gerçekleştirmesi” ilkesi ile çelişmektedir. Birey kavramının sahip olunanla tanımlanması bir yandan “metalaşma” diğer yandan “yabancılaşma” kavramlarının tartışılmaya açılmasına neden olmaktadır. Zira sahip olmanın piyasa koşullarınca belirlendiği, tüketimin “en yüce ibadet” olarak kutsandığı, dolayısıyla parası olanın “insani güçlerini tümüyle gerçekleştirme” yetisine sahip olduğu liberal sistemde sermayesi olmayanlar bu yetiden yoksun kalacak ve emeklerini satarak sistem içerisinde sözde eşit ve özgür yurttaşlar olarak var olabilmektedirler.[14] Söz konusu bu durum bireylere anlam yönünden fakir aynı zamanda metalaşmış bir hayat tarzı sunmaktadır. Maksimum faydanın peşinde koşan bireyler, zümreler, aileler tekeller olarak yaşamı tahakküm altına alırlarken, teknolojik ilerleme tek hedef olarak vatandaşlara sunulmaktadır. Günümüzde bu metalaşma siyaset dilini etkisi altına almıştır diyebiliriz. Nitekim pek çok siyasi parti, hükümet bu dili kullanarak teknolojik gelişmenin kendileri döneminde ne kadar ileri seviyelere ulaştığı argümanını kullanmaktadır. Bu dil bir yandan bireylerde, “uyuşturucu bir milliyetçilik” söyleminin de etkisi ile ülkesinin ne kadar ileri seviyelere ulaştığı algılamasını oluşturmakta diğer açıdan ise demokraside teknolojik gelişmeye ve kalkınma söylemine endekslendiği için demokratik gelişmişliğin bir ifadesi olarak kullanılmaktadır. Bu çerçevede ontolojinin yerini teknolojinin aldığını ve bu durumun bir getirisi olarak da ampirist yaklaşımların siyaset incelemelerinde hakim konuma geldiğini söyleyebiliriz.[15]
Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Türkiye’nin politik tarihi incelendiğinde modernleşme ideolojisinin rasyonalist, pozitivist ve jakoben anlayışının baskın izlerini görmek mümkündür. Türkiye’de siyaset anlayışı bu temel ekseninde şekillenmiş, demokrasi anlayışı da bu eksende çoğunlukçu demokrasi anlayışı olarak varlığını sürdürmüştür/sürdürmektedir. Bugün ihtiyacı toplumun tüm kesimlerince dile getirilen yeni anayasa tartışmaları bağlamında Türkiye demokrasi anlayışının çoğunlukçu özelliğinin nasıl plüralist yapıya dönüştürüleceği tartışılmaktadır. Bu bağlamda özellikle Kürt etnik-kültürel kimlikli siyaset toplumun belli kesimlerinde bölünme korkusunu harekete geçiren bir sebep olarak plüralist demokrasi anlayışının karşısında engel oluşturmaktadır. % 10 seçim barajının varlığı, kamusal alan kavramının muğlaklığı[16], etnik-kültürel kimliklerin kabulündeki isteksizlik, siyaset kurumundaki yozlaşma ve işlevsellik sorunu gibi unsurlar Türkiye’de çoğulcu demokrasi anlayışının önündeki öncelikli somut engellerdir.
 “Ortak akıl” ve “konsensüs” söylemi, modernleşme ideolojisinin söylemleri olarak tutarlı olmalarına rağmen demokrasi ile çelişen söylemlerdir. Bununla birlikte Türkiye’nin modernleşme tarihine kısaca göz gerdirilecek olursak modernleşme ve demokratikleşme kavramlarının zaman zaman eş anlamlı olarak kullanıldığını, modernleşmenin otomatik olarak demokratikleşmeyi sağlayacağı algılamasının toplum ve siyasete sirayet ettiğini görebiliriz.
Modernleşmenin, demokratikleşmeyi öncelediğine olan inanç Türkiye’de diğer yandan siyasal alanda yabancılaşmanın ve fetişizmin ana sebeplerindendir. Türkiye’de demokrasi ekonomik büyüme ve kalkınma kavramları ile ölçülür bir meta durumuna dönüşmüş, bu dönüşüm demokrasiyi sorunlu kılarken, birey kendisini özgürlüklerinin demokrasi adına kısıtlandığı demir kafes içerisinde bulmaktadır. Bu kafes içerisinde bireye sadece itaat etmek öğretilmekte, milli egemenliğin en yüce temsilcisi ve tezahürü olan meclisin aldığı kararlara ( yani çoğunluğu evet dediği ortak akla ) uymak görev olarak sunulmaktadır. Bu noktada Türkiye’de partilerdeki lider sultası ve siyaset kurumunun liderlik üzerinden şekillenen yapısı demokrasinin gelişmesinin önündeki bir başka engeldir. Post-modern çağda iktidar faaliyetlerinin yürütmede şekillenmeye başlaması ile birlikte siyaset, rasyonel, pratik, teknolojik bir yönetme pratiğine dönüşmekte[17], bu dönüşüm aynı zamanda Türkiye siyasal hayatında liderlik mefhumunu güçlendirerek siyaseti kısır döngü içerisine sokmaktadır. Halkın siyaset tartışmalarında sıkça rastlayabileceğimiz, “karizmatik başbakan” gibi sıfatlar siyasetin lider temelli özelliğini gözler önüne sererken, “adamlar yiyor ama çalışıyor, yapıyor” gibi cümleler de siyaset kurumunun yürütmenin eylemlerine endekslenmesini göstermektedir. Bugün Türkiye’de siyaset anlam-yitimine uğramıştır. Etik, ahlak temelli olması gereken siyaset anlayışı metalarla ölçülmeye başlamış, yapılan yol, büyüyen ekonomi gibi icraatlar siyaset ve demokrasinin varlığı için yeterli olarak görülmeye başlanmıştır.
Bugün Türkiye’nin yeni bir demokrasi anlayışına kavuşmasının gerekliliği gün gibi ortadadır. Zaten mevcut anayasaya karşı toplumun tüm kesimlerinin rahatsızlıklarını dile getirdiği de görülmektedir. Fakat mevcut siyaset anlayışı, post-modern dünyanın rölativizmini karşılamaktan acizdir. Türkiye’de demokrasinin derinleştirilmesi için öncelikle bu anlayışın terk edilmesi gerekmektedir. Temsili sistemin krizi, % 10 seçim barajı, etnik, kültürel ve dinsel kimliklerin kendilerini özgürce ifade edebileceği alanların yaratılması, anadilde eğitim, mevcut aşırı milliyetçi-ulusalcı eğitim sisteminin düzenlenmesi, merkezi yönetim anlayışının yarattığı olumsuzlukların giderilmesine yönelik çalışmalar, Türkiye’de demokrasinin derinleştirilmesinin sağlanmasında önemli adımlar teşkil edebilirler.[18]
Türkiye’de demokrasi kavramının derinleştirilmesi için, siyaset anlayışının ve siyaset kurumunun plüralist perspektifle dönüştürülmesi, rasyonalist-pozitivist-jakoben niteliklerinden kurtarılması gerekmektedir. Bu durum aynı zamanda siyaset kurumunun çözüm üretici niteliğine ve bu yazı kapsamında demokrasi fetişizmi ve yabancılaşma kavramları ile açıklamaya çalıştığımız anlam-yitiminin aşılmasına katkı sağlayabilecektir. Ancak bu sayede Türkiye’de demokrasi kendinde şey olmaktan kurtulabilecektir. Bunun içinde öncelikli olarak Mouffe’un deyimi ile antogonizmi agonizme dönüştürecek olan çoğulcu siyaset anlayışının gelişmesi için bölünme korkularından arınmak gerekmektedir.



[1] Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”, çev. Kenan Somer, Ankara, Sol Yayınları, 2009, s. 47
[2] Bürokratizm sadece temsili demokrasilerin sorunu değildir, pek çok anti-demokratik rejimde de karşımıza çıkmaktadır fakat burada temsili demokrasinin bir çelişkili yanını yansıtması bakımından önem taşımaktadır.
[3] Nilüfer Göle, “Mühendisler ve İdeoloji”, İstanbul, Metis Yayınları, 2008, s.106
[4] Mike O’ Connor, “ At The Limits Of Liberalism: Pragmatism, Democracy and Capitalism ”, s. 9
[5] Bican Şahin, “ Liberal Demokrasinin Temelleri ”, Demokrasi Teorisinde Güncel Tartışmalar, ed. Bican Şahin, Ankara, Orion Kitabevi, 2008, s.6
[6] Fahriye Üstüner, “ The Political Public Sphere As The Maintenance Of Order: Convergence In Hannah Arendt And Jürgen Habermas ”, Boğaziçi Journal, Vol. 20, No. 1-2, 2006, s.31
[7] Üstüner, a.g.m., s.35
[8] Tuba Asrak Hasdemir ve Mustafa Kemal Coşkun, “ Kamusal Alan ve Toplumsal Hareketler ”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63-1, s.122
[9] Bu çerçevede ifade özgürlüğü nedeniyle gerek Türkiye’de gerekse diğer ülkelerde yaşanan olumsuz gelişmeler örnek gösterilebilir. Sonuç olarak belli bir sınıfın kontrol aracı olarak devlet ve onun kolluk kuvvetleri kendisine yönelik, onun çizdiği sınırı aştığını düşündüğü her türlü görüş ve eyleme hem kamusal hem de özel alanda müdahalede bulunabilmekte, söz konusu müdahalesini de yine kendisinin belirlediği ve fakat liberal demokrasi aldatmacası altında halka dayandırdığı parlamento vasıtasıyla çıkardığı yasalara dayandırarak meşru gösterebilmektedir. Neticede bu durum devletin çoğulcu siyaset anlayışının tepesinde demoklesin kılıcı olarak durmasına neden olabilmektedir.
[10] Jacob Torfing, “ Post-yapısalcı Söylem Teorisi: Foucault, Laclau, Mouffe ve Zizek ”, Siyaset Sosyolojisi – Devletler, Sivil Toplumlar ve Küreselleşme, ed. Janoski ve diğerleri, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2010, s. 171
[11] M. Çağatay Okutan, “ Radikal Demokrasi Ya da Demokrasiyi Derinleştirme Umudu ”, ed. Bican Şahin, a.g.e. , s. 100
[12] Chantal Mouffe, “ Demokratik Paradoks ”, çev. A. Cevdet Aşkın, Ankara, Epos Yayınları, 2002, s. 107
[13] Mouffe, a.g.e. , s. 109
[14] Dr. Naci İspir, “ C.B Macpherson’un Liberal Demokrasi Eleştirisi ”, İstanbul, Arı Sanat Yayınları, 2008, s. 30
[15] Levent Köker, “ Demokrasi Üzerine Yazılar ”, Ankara, İmge Kitabevi, 1992, s. 19
[16] Kamusal alanda laiklik vurgusu yıllarca muhafazakar-dindar kesimin şikayet ettiği unsurların başında gelmektedir. Bugün gelinen noktada ise AKP’nin kendini egemen olarak dönüştürmesi ile birlikte kamusal alanda dindar-muhafazakar kesim üzerinde baskıların devam etmekle birlikte bir nebze yumuşadığını ileri sürebiliriz. Bu durumu liberalizmin özel/kamusal alan ayrımında kamusal alana yüklenen sekülerlik ile açıklamak mümkündür. Fakat aynı şekilde kamusal alanda farklı etnik kimliklere yönelik baskılar devam etmektedir. Hem özel hem de kamusal alanda Kürtçenin kullanımı yıllarca baskı ile sınırlandırılmaya hatta yok edilmeye çalışılmıştır. Bugün yasal düzenlemelerle Kürtçe konuşmanın önünde engeller kaldırılmış gibi görünse de özellikle kamuya açık yerlerde Kürtçe ve ya farklı azınlık dillerinde konuşmak yadırganabilmektedir. Hele toplumun milliyetçi hassasiyetlerinin yüksek olduğu dönemlerde Kürtçenin kullanımına yönelik toplumsal baskılar artabilmektedir. Nitekim Diyarbakır’da 13 asker ve 7 gerillanın ölümü ile sonuçlanan çatışmadan sonra jazz konserinde Kürtçe şarkı söyleyen Aynur Doğan’a yönelik faşist saldırı bu durumun ve toplumsal alanda etnik-kültürel kimliklerin ne kadar çabuk yadsınabileceği gerçeği üzerine düşündürücüdür. Aynı şekilde yıllarca muhafazakarların tepkisini çeken kamusal ve toplumsal alandaki baskının etnik-kültürel kimlik üzerinden devam etmesi kamusal alanı muğlaklaştırmaktadır.
[17] Yaşar Çubuklu, “Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset”, İstanbul, Kanat Kitap, 2004, s. 102
[18] Kuşkusuz Türkiye’de demokrasi kavramının eksiklikleri ve derinleştirme çabaları sadece bu sayılanlarla sınırlı tutulamaz. Bununla birlikte bu yazı kapsamında Türkiye demokrasisinin sorunlarına yüzeysel değinilmiştir. 

15 Temmuz 2011 Cuma

MAKTUL

“Her şey çok güzel giderken birileri hep bu süreci baltalıyor, hep Türkiye’nin önünü kesmeye çalışıyor…” cümleleri bu ülkede yaşayan insanların ömürleri boyunca çok defalar duyduğu iktidar retoriklerindendir. AKP, Ulusalcıların, Ergenekoncuların yıllarca bu söylemi kullanarak dindar, muhafazakar kesime tahakküm kurduğunu, baskı yaptığı, onları sindirmeye çalıştığını iddia etmiş, bu sayede bu söylemlerle mücadele ederek! farklı siyasi ideolojilerden destek görmüştür. Aynı şekilde bugün ulusalcı cenahta aynı mağduriyet söylemi ile AKP’den dem vurmamakta mı? Bunlarla birlikte bu topraklarca yıllardır bir söylem bir dil var ki o hiç değişmemiştir, hep aynı kalmıştır, savaşın dili…



Dün Diyarbakır’dan acı haber geldi. Silvan’da 20 tane gencecik fidan hayatını kaybetti. Hepsinin kendince hayali vardı. Ama bugün onlar bu savaşın dilinde birer rakam haline geldiler. 7’si zaten hiç yoktu. Diğer 13’ü de devletin omuzlarında yıldızlar dolu, pahalı takım elbiseleri olan mühim şahsiyetlerinin birkaç damla yaşından sonra dik durarak söyleyecekleri “bunun hesabını soracağız” cümlesinden sonra yok olacak.  Bu canlara bir değer biçilecek, ailesine maaş verilecek ve artık bu çocukların isimleri kağıtlarda kalacak. Diğer 7 genç mi? Onlar zaten yoklar, onlar en başından beri birer rakam, birer canavar, birer hedef.



Gazetelere bakmaya yeltenmeyin sakın. Onlar zaten bu dili en iyi kullananlar. Onların cümlelerinde de aynı şeyleri görürsünüz. 7 insan zaten yok, diğer 13 insan şüphe götürmez şekilde kahraman. Sorumlu belli. Sadece olumsuz sıfatlardan ibaret dağdakiler. Bir de bunun üstüne demokratik özerklik ilanı gelmez mi, işte şimdi gazeteler için bu söylem yemeğine katılan milliyetçilik baharatının dozunun arttırılmasının vakti geldi. Bir anda gazetelerdeki aydınların ağızları açılır, zaten şaşı bakan gözleri de kapanır. Hayatın kamerasının kadrajını başka yöne doğrulttuğunuzda ise kimi insanlar vardır elleri kaşınır, ellerini ovuşturur. Onlar bu ölümlerden para kazananlardır. Gazete savaş dilini ne kadar iyi konuşursa patronun avuçları o kadar çok kaşınır, ne kadar çok dağdaki canavar! etkisiz hale getirilirse birilerinin yıldızı artar, bir diğeri için ne kadar çok oy alırsa o kadar çok egemendir, sözü o kadar çok dinlenmek zorundadır, Kürtleri onlar kurtaracaktır; diğerlerini saymıyorum zaten onların derdi başka.



İnsanların bu dil içindeki acıları bile gerçek değildir. Bu dilde acılar, sayılara endekslenmiştir. Ne kadar çok ölüm o kadar çok acı. Bu dilde acıları hafifletecek olan şey bellidir. İntikam. 13 insanın acısını 7 insan dengeleyemez bu dilde, “ötekinden”, “istenmeyenden”, “aslında hiç olmayandan” daha çok insanın ölmesi lazım. Hani annelerin acıları birdi, neden hala anneler ağlıyor? Çünkü bu dilde ölümlerin değeri farklıdır, annelerin acılarının değeri farklıdır.



İşin aslı ise öyle değil ki. Ölenlerin acısı eşit, ölümlerin değeri eşit. Çünkü yaşarken çekilen acılar aynı, hayaller aynı. Çünkü hayatlarını yitiren gençlerin hepsinin toplumdaki yerleri aynı. Belki de bu savaş olmasaydı bugün ölenler yan yana olacaklardı, yoldaş olacaklardı, sırdaş olacaklardı. Maalesef savaşın dili onlara istemedikleri bir gladyatör oyununda düşman rolü biçti, onları katletti. O gençler dağda birbirlerini vurmadılar, aslında tetiği savaşın dili çekti. Onlar birer hedefti, onlar birer bedeldi. Bu gladyatör oyununda izleyenlerin ve imparatorların tatmin olmasını sağlayan birer bedel.



Bu oyunda aslında “makbul” olan taraf yok. Şimdilik “makbulmüş gibi” olan taraf var. Ama yarın bunun değişmesi muhtemel. Savaş dilini kullananlar için önemli olan oyunu popüler kılacak kanın akması; Kürt, Türk, Ermeni, işçi, emekçi fark etmez. Yani makbul yok, maktul çok…