Bugün tüm dünyada demokrasi kavramı seçimlere endekslenerek açıklanmakta, en iyi demokrasinin en uzun süre seçim sistemine sahip olma ya da seçimlerin hangi aralıklarla yapıldığı, adil olup olmadığı gibi kıstaslarla ölçüldüğü bir gerçektir. Bu noktada demokrasinin, seçimlerin nicelik unsurları ile tanımlanması, demokrasinin niteliğine bakış açımızı sakatlamakta, onu derinleştirmemizi engellemektedir. Bununla birlikte bunun sebebi liberal demokrasi kavramının krizinde ve yabancılaşma kavramında yatmaktadır.
Demokrasi kavramının sadece seçimlere endekslenmesi ve sonuçlarına göre demokrasinin niteliğinin belirlenmesi ve onun tanımlanması aslında kapitalist sistemin yanılsamalarından ( yanılsatmalarından ) birisidir. Bu nedenle fetişizm ile açıklanmayı hak etmektedir. Marx, Kapital’de meta fetişizmini açıklarken, onun emeğin meta olarak üretilmesi ile üzerine yapışan bir kavram olarak nitelendirir. Meta artık onu üreten emekten bağımsız bir nesne olarak algılanır. Aynı şekilde bugün gelinen noktada demokrasi de fetişleştirilmiş, birey kendi emeğinin ürünü olan demokrasiye ve demokratik! kurumlara yabancılaşmıştır. Yani demokrasi kendinde şey’e dönüşmüştür.
Demokrasilerde yasalar önemli bir işleve sahiptir. Ama burada unutulmaması gereken gerçek yasaların toplumsal koşulların ve insanların varlığının bir ürünü olmasıdır yani demokraside yasalar, yasalar oldukları için değil, insanlar için var olduklarında demokrasi gerçek niteliğine bürünebilir. Marx da Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde, “insanın varoluş nedeninin yasa değil ama yasanın varoluş nedeni insandır; yasa demokraside insanın varoluşudur, oysa bütün öteki rejimlerde insan yasanın varoluşudur.” cümlesiyle konuya değinmiştir. Kitabın genelinde de Hegel’in devlet ve burjuva-sivil toplum tasavvuru “kendinde şey” olarak betimlendiği için Marx’ın eleştirisine maruz kalmıştır. Demokrasi kavramının, sorunsal haline gelmesinde bu yabancılaşmanın önemli bir paya sahip olduğu gerçektir. Yabancılaşmanın kaynağında ise bir kısır döngünün yattığını söyleyebiliriz. Kapitalist toplumlarda bireyin karşı karşıya kaldığı topluma yabancılaşma ve kendine yabancılaşma, bugün gelinen noktada siyaset kurumuna ilgisizlik olarak tezahür etmekte, insan merkezli oluşturulmayan siyaset topluma yabancılaşmayı beraberinde getirirken, demokrasi, demokratik kurumlar, devlet varlığını kendine borçlu olarak “kendinde şey” olarak tüm yaşam alanını hem şekillendirmekte hem de tahakkümü altına almaktadır.
Görüldüğü gibi demokrasi olgusunun bugün sorunlu hale gelmesinin nedeni fetişleştirilmesidir. Bugün demokrasi fetişizminden bahsetmemizin bir başka nedeni de pratikteki uygulamalardır. Temsili demokrasi kavramı başlı başına bir problem alanı oluşturmaktadır. Devlet yapılanmalarının bir gereği olarak antik Yunan’daki doğrudan demokrasi anlayışının uygulama alanı bulamaması temsili demokrasileri zorunlu kılmış bir etkendir.
Modernleşme ile birlikte demokrasi kavramı kapitalizm ile iç içe geçmiş, demokrasinin en makbul olanının liberal-demokrasiler olduğu düşünülmüştür. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde esas sorun da liberal-demokrasi anlayışında ve bu anlayışın ideal demokrasinin yerine ikame edilmesinde düğümlenmektedir. Demokrasi en kaba tabiri ile halkın kendi kendini yönetmesidir. Oysa modernleşme ideolojisi pozitivist ve rasyonalist bakış açısı ile demokrasilerde halkın yönetime katılımını aracılar vasıtasıyla yapmasını kutsamakta, böylece bir yandan halkın dolaylı da olsa halkın yönetime katılımını kutsamakta diğer yandan da rasyonalist-pozitivist özelliğinden vazgeçmemektedir. Bu noktada toplumun “ortak aklı” ve “ortak iyisi”, seçilmişlerde vücut bulmak zorunda kalmaktadır. Bu noktada temsili demokrasi kavramının bir başka problemli boyutu ortaya çıkmaktadır: “Toplumun iyisinin”, “seçilmişlerin iyisi ve çıkarı” içerisinde yok olma tehlikesi.
Modernleşme ideolojisinin bir boyutu olarak rasyonalist ve pozitivist bakış açısı, temsili demokrasi sorununda da kimi durumlarda seçilmişlerin aklını, iyisini hayata geçirmeyi imkansız kılmaktadır.”Bürokratizm” olarak adlandırılabileceğimiz bu durumda, kendi alanlarında eğitim almış ve modernizmin ideal birey tipi olarak kutsadığı kişiler, toplumsal yapıda ayrı bir Modernizm kurumu olarak yerlerini alırlar. Her ne kadar temsili demokrasilerde bürokratlar, seçilmişlerin denetimine tabi olsalar da, alanında eğitim almış rasyonel ve pozitivist bireylerden oluşan bu tabaka toplumsal hayatın ve kurumların şekillenmesinde etkili olabilmektedir. Bir diğer deyişle modernizmin kutsalları rasyonalizm ve pozitivizm, bürokratizme meşruluk sağlayabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bu durum en güzel örneklerinden birini oluşturmaktadır. Tanzimat sonrasında başlayan Batılılaşma hareketleri neticesinde ortaya çıkan bürokrat-seçkin sınıf, cumhuriyetin kuruluş aşamasında kendisini halktan soyutlayarak, modern bir millet yaratma düsturu ile bürokratlar yapısı bir siyasal ve ekonomik sistem inşa etmişlerdir. Böylece politik sistem bütünleşme sağlarken ( ki bunda tek parti ideolojisinin büyük payı yadsınamaz ), halk, periferik bir unsur olarak dışarıda bırakılmıştır.Böylece Türkiye’de ortaya çıkan anlayış modernleşmenin devlet eliyle gerçekleştirilmesi ve bu süreçte periferik unsurların “seferberlik” söylemi ile mobilize edilmesi olmuştur. Sonuçta güçlü bir bürokrat-seçkin sınıf, başlarında mühendislerin bulunduğu rasyonalist bakış açısında sahip oldukları iddiası ile Türk seçmenine vaatlerde bulunan siyasi partiler ve bu bağlamda şekillenen popülist-pragmatik bir siyaset anlayışı ortaya çıkmıştır. Modernleşme ideolojisinin alt-yapısını kapitalizm oluşturmaktadır. Kapitalizmin demokrasiyi dönüştürmesi sonucu ise liberal demokrasilerin varlığından söz edebiliriz. Liberalizm, merkeze “birey”i alan bakış açısına sahip bir ideolojidir. Liberallere göre somut olarak var olan birey, soyut bir takım kavramlar adına tahakküm altına alınmamalı ve görmezden gelinmemelidir. Liberalizmin soyut olarak adlandırdığı bu kavramlar toplum, halk, sınıf gibi kavramlardır. Liberal bakış açısına göre söz konusu soyut kolektivitelerin çıkar ve iyilerini öncelemek, bireyin özgürlük alanını daraltıcı bir unsurdur. Görüldüğü gibi liberaller açısından öncelikli mesele ortak iyinin ve çıkarın peşinde koşulmasından ziyade maksimum özgürlüğün sağlanmasıdır. Bu nedenle de aslında eşitliği amaçlayan kolektif iyiler ile özgürlüğü amaçlayan bireysel iyiler çatışma içerisindedir. Nitekim R. Dworkin, eşitlik ve özgürlükler arasındaki bu çatışmayı “ bazen eşitliği geliştirmenizin en etkili yolu özgürlükleri kısmaktır, bazen de tam tersi özgürlükler için geçerlidir.” şeklinde özetlemiştir. Liberalizmin bu bakış açısı liberal demokrasileri, antik Yunan site devletlerindeki demokrasi anlayışından yukarıda bahsedilenler dışında bir noktada daha ayırmaktadır. Antik dönem demokrasilerinde özgürlük kavramından anlaşılan sosyal iktidarın paylaşılması iken, liberal demokrasilerde özgürlük bireyin maksimum faydayı elde etmesine endekslenmiştir ve liberal demokrasilerde özgürlüğü garanti altına alacak anayasaların ve kuralların varlığı da bireyin maksimum iyisine atıfta bulunmaktadır. Buradan hareketle liberaller, özel alan ve kamusal alan ayrımına giderek özgürlüklerin maksimize edildiği bir özel alan ve toplumu ilgilendiren dolayısıyla özgürlüklerin sınırsız olmadığı bir kamusal alan tasavvur ederler. Liberal demokrasi kavramından bahsederken “özgürlüklere” yapılan vurgunun üzerinde de durmamız gerekmektedir. Nihayetinde kamusal/özel alan ayrımı özgürlüklerin güvence altına alınmak istenmesinin neticesidir. Burada iki isim öne çıkmaktadır. H. Arendt’in tanımlamasına göre kamusal alan Antik Yunan’da lexis ve praxis arasındaki etkileşimi temsil eder ve özgürlüklerin alanıdır. Antik Yunan’daki kamusal alan tanımından yola çıkan Arendt, kamunun iki anlamı üzerinde durmuştur. Bu anlamlar birbirleriyle yakın ilişkisel olmalarına rağmen birlikte tanımlanamayacak iki fenomendir. Bunlar;
· Kamuda her şeyin, herkes tarafından olduğunca geniş olasılıkla görülebildiği, duyulabildiği alan
· Ortak olarak tanımlanan her şeyin, bireyselden/özelden ayrıldığı alan olarak tanımlanmaktadır. Arendt, bu kamusal alan tanımlaması çerçevesinde “millet”i de toplumun politik formu, “super-human family” olarak tanımlamıştır. İster geniş anlamda milleti ele alalım ister kamusal alanı ele alalım burada liberal-demokrasi kavramının bir başka sakat yanı ile karşılaşmaktayız: Çoğulcu anlayışa sahip kamusal alanın nasıl tesis edileceği sorunu. Her ne kadar sınırsız özgürlükler özel alana dahil edilerek bu sorun aşılmaya çalışılmışsa da günümüzde kimlik temelli siyaset kurumunun varlığı liberal teorinin varsaydığı bu ayrımı muğlaklaştırmaktadır. Bu konuda tekrar Arendt’e geri dönecek olursak bizim dikkatimizi Kant’ın ahlak felsefesinden mülhem politik empatinin önemine çekecektir. Arendt’e göre doğru eylem, kamudaki diğer görüşleri de dikkate alan, empati yaparak alınan görüşlerdir. Bir başka açıdan Habermas da iletişimin önemi üzerinde durarak temsili demokratik sistemin yeniden inşası için gereken siyasi eylemlilik için güçlü bir temel oluşturmaya çalışmıştır. Bugün gelinen noktada kamusal alan/özel alan ayrımının kimlik temelli siyaset kurumu nedeniyle belirsizleştiğini, sınırsız özgürlük alanı olarak özel alanın, kimlik temelli siyaset için yeterli gelmediği aşikardır. Buna neden olan bazı ana sorundan bahsedebiliriz. Bunlar öncelikle devlet aygıtının kamusal alanla sınırlı tutulamaması ve tahakkümün tüm yaşam alanına sirayet etmesi, değişen konjonktürle birlikte çoğulculuk’un siyaset ve toplum hayatında ön plana çıkmaya başlaması ve tahakkümün neticesi olarak çoğulculuk anlayışının hareket alanı bulamaması ( ne kamusal ne özel alanda ), kimlik temelli taleplerin liberal demokrasiler tarafından karşılanamamasıdır. Kimlik temelli siyaset, Soğuk Savaş sonrasında tüm dünyada öncelikli bir konum edinmiştir. Soğuk Savaşın sürekli savaş tehdidi altında her iki tarafında görmezden geldiği kimlikler su yüzüne çıkmaya başlamış, bu kimlikler aynı zamanda siyaseti de şekillendirmeye ve dönüştürmeye başlamıştır. Post-modern siyaset çoğulcu bir niteliğe kavuşmuş/kavuşmak zorunda kalmıştır. Söz konusu bu çoğulculuk bir yandan kültürel çoğulculuğu diğer yandan değer çoğulculuğunu da kapsamakta, her şeyin yan yana olduğu bu yeni dönemde siyasette de kimliklerin yan yana var olabileceği tasavvur edilmiştir. Bu rölativizm içerisinde modern siyaset kurumunun “ortak akıl”, “ortak iyi”, “ortak çıkar”ı ve liberal demokrasi anlayışının kamusal alandaki seküler niteliği muğlâklaşmaktadır.
Kimlik temelli siyaset, sınıf temelli siyaset anlayışı ile de etkileşime geçmekte ve iki siyaset birbirlerini dönüştürmektedir. Bir etnik kimlik bir sınıfsal kimlikle eklemlendiğinde artık o sınıf mücadelesinin salt ekonomik temellerle açıklanması zorlaşmakta hatta imkansız hale gelmektedir. Tam tersi de etnik kimlikler için geçerlidir. Bu durum aslında tam olarak söylem ile ilgilidir. Bu noktada liberal demokrasinin kimlik temelli sorununu aşmak adına demokrasinin derinleştirilmesine yönelik iki önemli tartışma mevcuttur. Bunlardan ilki Habermas’ın “müzakereci demokrasi”si diğeri de Mouffe ve Laclau’nun “radikal demokrasi” teorisidir. Bu yazı çerçevesinde radikal demokrasi teorisi üzerinde durulacaktır. Mouffe, Demokratik Paradoks isimli çalışmasında Carl Schmitt’ten mülhem dost/düşman ayrımını siyaset teorisinde öncelikli bir yere konumlandırmış, son tahlilde yapılması gerekenin düşmanın “muhalife” dönüştürülmesinin gerekliği üzerinde durarak, “antagonism” in “agonism”e dönüştürüleceği bir teori sunmuştur. Mouffe’ e göre çatışmanın antagonistik boyutunu kabul etmek önemlidir. Hasımın kimliğini kabul etmek önemlidir ve politik olanın doğasında var olan söz konusu çatışma sökülüp atılamaz. Neticede önemli olan düşmanların hasım antagonizmanın da çekişmeye dönüştürülerek çekişmeci çoğulculuk olarak adlandırılan mantığın yerleştirilmesidir. Bu konuda Mouffe, Demokratik Paradoks’ta demokrasilerde çatışmanın önemine şu sözlerle değinmektedir: “ …iyi işleyen bir demokrasi, demokratik politik konumların enerjik bir çatışmasına ihtiyaç duyar. Bu yoksa, bu demokratik karşılaşmanın yerini, özdeşleşme politikasında olduğu gibi, diğer kolektif özdeşleşme biçimleri arasında bir karşılaşmanın reddine yapılan aşırı vurgu, politik katılıma yönelik soğukluk ve kayıtsızlığa yol açar. Daha da kötüsü, sonuç, demokratik süreçler tarafından idare edilemeyen konular etrafında kolektif tutkuların billurlaşması ve nezaketin temelini parçalayan bir antagonizmalar patlaması olabilir…” Yukarıdaki paragrafın devamında Mouffe, çatışmanın önemine yaptığı bu vurgu nedeniyle çoğulcu bir demokrasi idealinin rasyonel konsensüse dayandırılamazlığına değinmiştir. Burada önemli olan liberal-demokrasi teorilerinin aksine tutkuları özel alana hapsetmek değil, bu tutkuların demokrasi için kamusal alanda seferber edilebilmesidir.
Liberalizme yönelik Macpherson’un “sahiplenici bireycilik” eleştirisine de değinmek gerekmektedir. Zira bu eleştiri liberal geleneğin birey temelli yaklaşıma saldırısı nedeniyle önemlidir. Macpherson’a göre liberalizmde her ne kadar “birey” öne çıksa ve “bireysel faydanın maksimizasyonu” , “bireyin kendi insani güçlerini tümüyle gerçekleştirmesi” temel ilkeler olarak görülse de, sorun başlangıçtaki birey kavramının altının doldurulmasından kaynaklanmaktadır. Macpherson’a göre liberalizmde birey bir şey sahip olma ile tanımlanmaktadır. Bu sahiplenici bireycilik anlayışı, “bireyin kendi insani güçlerini tümüyle gerçekleştirmesi” ilkesi ile çelişmektedir. Birey kavramının sahip olunanla tanımlanması bir yandan “metalaşma” diğer yandan “yabancılaşma” kavramlarının tartışılmaya açılmasına neden olmaktadır. Zira sahip olmanın piyasa koşullarınca belirlendiği, tüketimin “en yüce ibadet” olarak kutsandığı, dolayısıyla parası olanın “insani güçlerini tümüyle gerçekleştirme” yetisine sahip olduğu liberal sistemde sermayesi olmayanlar bu yetiden yoksun kalacak ve emeklerini satarak sistem içerisinde sözde eşit ve özgür yurttaşlar olarak var olabilmektedirler. Söz konusu bu durum bireylere anlam yönünden fakir aynı zamanda metalaşmış bir hayat tarzı sunmaktadır. Maksimum faydanın peşinde koşan bireyler, zümreler, aileler tekeller olarak yaşamı tahakküm altına alırlarken, teknolojik ilerleme tek hedef olarak vatandaşlara sunulmaktadır. Günümüzde bu metalaşma siyaset dilini etkisi altına almıştır diyebiliriz. Nitekim pek çok siyasi parti, hükümet bu dili kullanarak teknolojik gelişmenin kendileri döneminde ne kadar ileri seviyelere ulaştığı argümanını kullanmaktadır. Bu dil bir yandan bireylerde, “uyuşturucu bir milliyetçilik” söyleminin de etkisi ile ülkesinin ne kadar ileri seviyelere ulaştığı algılamasını oluşturmakta diğer açıdan ise demokraside teknolojik gelişmeye ve kalkınma söylemine endekslendiği için demokratik gelişmişliğin bir ifadesi olarak kullanılmaktadır. Bu çerçevede ontolojinin yerini teknolojinin aldığını ve bu durumun bir getirisi olarak da ampirist yaklaşımların siyaset incelemelerinde hakim konuma geldiğini söyleyebiliriz. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Türkiye’nin politik tarihi incelendiğinde modernleşme ideolojisinin rasyonalist, pozitivist ve jakoben anlayışının baskın izlerini görmek mümkündür. Türkiye’de siyaset anlayışı bu temel ekseninde şekillenmiş, demokrasi anlayışı da bu eksende çoğunlukçu demokrasi anlayışı olarak varlığını sürdürmüştür/sürdürmektedir. Bugün ihtiyacı toplumun tüm kesimlerince dile getirilen yeni anayasa tartışmaları bağlamında Türkiye demokrasi anlayışının çoğunlukçu özelliğinin nasıl plüralist yapıya dönüştürüleceği tartışılmaktadır. Bu bağlamda özellikle Kürt etnik-kültürel kimlikli siyaset toplumun belli kesimlerinde bölünme korkusunu harekete geçiren bir sebep olarak plüralist demokrasi anlayışının karşısında engel oluşturmaktadır. % 10 seçim barajının varlığı, kamusal alan kavramının muğlaklığı, etnik-kültürel kimliklerin kabulündeki isteksizlik, siyaset kurumundaki yozlaşma ve işlevsellik sorunu gibi unsurlar Türkiye’de çoğulcu demokrasi anlayışının önündeki öncelikli somut engellerdir. “Ortak akıl” ve “konsensüs” söylemi, modernleşme ideolojisinin söylemleri olarak tutarlı olmalarına rağmen demokrasi ile çelişen söylemlerdir. Bununla birlikte Türkiye’nin modernleşme tarihine kısaca göz gerdirilecek olursak modernleşme ve demokratikleşme kavramlarının zaman zaman eş anlamlı olarak kullanıldığını, modernleşmenin otomatik olarak demokratikleşmeyi sağlayacağı algılamasının toplum ve siyasete sirayet ettiğini görebiliriz.
Modernleşmenin, demokratikleşmeyi öncelediğine olan inanç Türkiye’de diğer yandan siyasal alanda yabancılaşmanın ve fetişizmin ana sebeplerindendir. Türkiye’de demokrasi ekonomik büyüme ve kalkınma kavramları ile ölçülür bir meta durumuna dönüşmüş, bu dönüşüm demokrasiyi sorunlu kılarken, birey kendisini özgürlüklerinin demokrasi adına kısıtlandığı demir kafes içerisinde bulmaktadır. Bu kafes içerisinde bireye sadece itaat etmek öğretilmekte, milli egemenliğin en yüce temsilcisi ve tezahürü olan meclisin aldığı kararlara ( yani çoğunluğu evet dediği ortak akla ) uymak görev olarak sunulmaktadır. Bu noktada Türkiye’de partilerdeki lider sultası ve siyaset kurumunun liderlik üzerinden şekillenen yapısı demokrasinin gelişmesinin önündeki bir başka engeldir. Post-modern çağda iktidar faaliyetlerinin yürütmede şekillenmeye başlaması ile birlikte siyaset, rasyonel, pratik, teknolojik bir yönetme pratiğine dönüşmekte, bu dönüşüm aynı zamanda Türkiye siyasal hayatında liderlik mefhumunu güçlendirerek siyaseti kısır döngü içerisine sokmaktadır. Halkın siyaset tartışmalarında sıkça rastlayabileceğimiz, “karizmatik başbakan” gibi sıfatlar siyasetin lider temelli özelliğini gözler önüne sererken, “adamlar yiyor ama çalışıyor, yapıyor” gibi cümleler de siyaset kurumunun yürütmenin eylemlerine endekslenmesini göstermektedir. Bugün Türkiye’de siyaset anlam-yitimine uğramıştır. Etik, ahlak temelli olması gereken siyaset anlayışı metalarla ölçülmeye başlamış, yapılan yol, büyüyen ekonomi gibi icraatlar siyaset ve demokrasinin varlığı için yeterli olarak görülmeye başlanmıştır. Bugün Türkiye’nin yeni bir demokrasi anlayışına kavuşmasının gerekliliği gün gibi ortadadır. Zaten mevcut anayasaya karşı toplumun tüm kesimlerinin rahatsızlıklarını dile getirdiği de görülmektedir. Fakat mevcut siyaset anlayışı, post-modern dünyanın rölativizmini karşılamaktan acizdir. Türkiye’de demokrasinin derinleştirilmesi için öncelikle bu anlayışın terk edilmesi gerekmektedir. Temsili sistemin krizi, % 10 seçim barajı, etnik, kültürel ve dinsel kimliklerin kendilerini özgürce ifade edebileceği alanların yaratılması, anadilde eğitim, mevcut aşırı milliyetçi-ulusalcı eğitim sisteminin düzenlenmesi, merkezi yönetim anlayışının yarattığı olumsuzlukların giderilmesine yönelik çalışmalar, Türkiye’de demokrasinin derinleştirilmesinin sağlanmasında önemli adımlar teşkil edebilirler. Türkiye’de demokrasi kavramının derinleştirilmesi için, siyaset anlayışının ve siyaset kurumunun plüralist perspektifle dönüştürülmesi, rasyonalist-pozitivist-jakoben niteliklerinden kurtarılması gerekmektedir. Bu durum aynı zamanda siyaset kurumunun çözüm üretici niteliğine ve bu yazı kapsamında demokrasi fetişizmi ve yabancılaşma kavramları ile açıklamaya çalıştığımız anlam-yitiminin aşılmasına katkı sağlayabilecektir. Ancak bu sayede Türkiye’de demokrasi kendinde şey olmaktan kurtulabilecektir. Bunun içinde öncelikli olarak Mouffe’un deyimi ile antogonizmi agonizme dönüştürecek olan çoğulcu siyaset anlayışının gelişmesi için bölünme korkularından arınmak gerekmektedir.