Son dönemde Türkiye’de ve dünyada yaşanan gelişmeler, faşizmin kitleleri ne derece kolay mobilize edebileceğini göstermektedir. 12 Haziran seçimleri sonrasında siyaset kurumunun yaşanan duruma çözüm bulamaması, ardından gelen çatışma haberleri ve ölümler, konserlerde yaşanan provokasyonlar faşizmin toplumsal tabanının etkinliğini göstermektedir. Aydın’da, Trabzon’da, İstanbul’da ve Eskişehir’de yaşanan gelişmeler Türkiye’de etnik çatışmaların ne kadar kolay ateşlenebileceğini gösteren gelişmelerdir. Yaşananlara devlet ve siyaset kurumunun ilgisizliği, gözaltına alınmalarda yapılan ayrımcılık[1], devletin nasıl da egemen sınıfın baskı aygıtı olarak işlev gördüğünü gözler önüne sermektedir. Bunun yanında yaşanan gelişmeler AKP’nin ileri demokrasi anlayışının ve “muhafazakar-demokrat” kimliğinin ne denli ilerici olduğunu sorgulamaya mecbur bırakmaktadır. Bu yönüyle de AKP’nin demokratikleşme söylemine körü körüne destek veren özgürlükçü! siyasal hareketlerin özeleştiri yapması gerekmektedir. Zira bugün milliyetçi-ülkücü olarak adlandırılan faşist mobilizasyon, AKP’nin muhafazakar politikalarına içkindir. Son dönemde egemen siyaset kurumunun faşist söylem üretmesinin altında yatan sebep tam buradadır.
Türkiye’de etnik kimliklerin birbirlerine karşı hasmane tutum takınmasını sağlamaya yönelik faşist toplumsallaştırma seçim dönemlerinde prim yapmaktadır. Nitekim bu durum 12 Haziran seçimlerinde de değişmemiş, AKP kolayca sözde muhafazakar-demokrat kimliğinin altında maskelediği faşist söylemle bugün yaşanan etnik temelli çatışmaların ateşini körüklemiştir. Meydanlarda Alevi kimliği nedeniyle Kılıçdaroğlu yuhalanmış, ( Kılıçdaroğlu’nun AKP mitinglerinde yaşanan bu duruma tepki göstermemesi manidardır. ) Emek ve Özgürlük Bloğu milletvekilleri şiddeti körüklemekle suçlanmış ve kitlelere hedef olarak gösterilmiştir. Seçim döneminde yaşananlar sadece bunlarla sınırlı kalmamıştır. Hopa’da yaşanan olaylar, devlet aygıtının zor kullanma gücünün sınırsızlığını göstermiştir. Yaşanan olaylarda hayatını kaybeden Metin Lokumcu’ya yönelik başbakanın sözleri, muhafazakar-demokrat zihniyetin en güncel çelişkisidir. Hepsinden öte başbakanın hayatını kaybeden bir vatandaşa yönelik aldırmaz tavrı, işgal ettiği konumun değerleri ile uyuşmamakta, savunduğunu iddia ettiği dünyevi ve uhrevi zihniyetin ahlaki ve moral değerleri ile örtüşmemektedir. Tüm bunlarla birlikte başbakanın bu faşizan tavır ve söylemleri toplumda kimlerin ileri demokrasinin nimetlerinden faydalanabileceğini gösteren kırmızı çizgiler olması nedeniyle önem taşımaktadır.[2]
Gerçektende 2002’de iktidara geldiğinden bu yana AKP, siyaset kurumunu dönüştürerek Türkiye’de egemen konuma dönüşmüştür. İlk önce muhafazakar kesime yönelik Kemalist-laik-ulusalcı baskılar göz önüne alınarak toplumun tüm kesimlerine sunulan demokratikleşme dalgası, bu meyanda cereyan etmiş, Türkiye’de demokrasi, inanç özgürlüğü mücadelesine eklemlenerek gerçek demokrasinin bu yönde yapılacak bir mücadele ile tesis edilebileceği savunulmuştur.[3] Nitekim bu muhafazakar-demokrasi anlayışı, özellikle Kürt siyasal hareketini ve sol siyaseti nihayetlendirmek üzere de kullanılmaya çalışılmıştır ve hala çalışılmaktadır.
Diğer yandan AKP’nin muhafazakar-demokrasi anlayışı başlangıçtan bu yana bünyesinde faşizan öğeler barındırmıştır. Bu yönüyle AKP, günümüzdeki moda tartışma tabiri ile 90’lı yıllardaki anlayışı, yeni yüzyıl için yeniden dönüştürmüştür. Hrant Dink’in öldürülmesine gidilen süreçte yaşananlar, 301’in varlığı, AKP’nin demokrasi söylemi ile çelişmektedir. 90’lardan tek fark ise 90’ların aksine faşist söylemin siyasal partilerce daha belirgin ayrımlara tabi tutulması olmuştur. 90’lı yıllar boyunca tüm sistem partileri tarafından benimsenen faşizm, 2002 sonrasında AKP ile birlikte muhafazakar veçhesini AKP’ye, milliyetçi veçhesini MHP’ye ve ulusalcı veçhesini CHP’ye teslim ederek belli derecede sınırlar çizme yetisini kazanmıştır. Fakat bu sınırları tekel olarak düşünmemek gerekmektedir. Zira ortak düşmana karşı ( vatan hainleri, Ermeniler, Kürtler, azınlıklar… vs. ) faşizm savaşını işbirliği içerisinde sürdürmektedir.
Bu noktada biraz muhafazakarlık, faşizm ve demokratlık kavramlarına değinmekte fayda vardır. Muhafazakarlık ve demokrasi kavramlarının birbirlerine eklemlenerek ortaya çıkan, dinsel, geleneksel değerlere bağlı ancak aynı derecede ilerici ve demokrasiden yana olduğunu iddia eden her hangi bir ideolojinin inandırıcılığı her zaman için şüphelidir. Zaten böyle eklemlenmenin olasılığı da imkansızdır. Demokrat olmak sürekli yenilikçi olmayı, toplumun daha iyiye doğru sonsuz dönüşümünü savunmayı gerektirir. Bu diyalektik, demokratlık için sine qua non’dur. Oysa AKP’nin demokratlık anlayışı kapitalist sistem mantığınca, piyasa şartlarında yenilikçi olmayı savunmaktadır. Yani demokratlık eşittir serbest piyasayı savunmak. Bu nedenle AKP’nin gelişmişlik söylemi kapitalizmin söylemi olan ekonomik büyüme, iktisadi kalkınma ekseninde şekillenmektedir. Muhafazakar söylem ile AKP, özellikle dinsel değerlere, geleneklere ve geçmişe bağlılığı salık vermektedir. Söz konusu dinsel değerler ve geçmişe bağlılık AKP’nin demokrasi anlayışını çevreleyen unsurlardır. Bu çerçevede önceden “Sünni-Türk-Atatürkçü” olarak tanımlanan ideal vatandaş profilinden AKP sonrasında sadece Atatürkçülük etiketi çıkarılmış, “Muhafazakar-Sünni-Türk” yeni ideal vatandaş tanımlaması olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi egemen unsurun dönüşümü ulusalcılardan, muhafazakarlara bir seyir izlemiş, bu durumun demokrasi ve özgürlükler alanına yansıması da bu minvalde tezahür etmiştir.[4] Yani eskinin de yeninin de düşman anlayışı değişmemiştir.
Kendinden olmayana yaşam alanı tanımayan, onun varlığını ve görünürlüğünü inkar eden bu zihniyet, cemaat yapılanmalarına destek vermesi nedeniyle de faşizandır. Bugün cemaat yapılanmaları, bireylere yardımlaşmanın mistisizmi üzerinden bir kurtuluş yolu çizmekte, bu yolla bireyler sömürülmektedir. Birbirlerine yardım ettiklerine inandırılan bireyler uhrevi huzuru elde ettiklerini düşünmekte, sadaka kültürü gelişmekte, cemaat yapılanması muhtaçlar ve yoksullar için ideal düzen haline gelmektedir. Bu durum cemaat yapılanmasının genişlemesini beraberinde getirirken aslında birey, özgürlüklerinden vazgeçtiğinin farkına varmamaktadır. Minnet duygusu ve sadaka kültürü bireyi cemaate daha çok bağımlı kılarken, bireye özgürlük olarak sunulanlar cemaatin sınırlarına tekabül etmektedir. Bu durum insanın öz-yabancılaşmasının ta kendisidir.
Diğer açıdan cemaat tipi yapılanmalar ekonomik özgürlüğün ve yardımlaşmanın tek alanı olarak alternatifsiz hale gelmektedir. Ekonomi namına elde edilmeye çalışan çıkarlar, ilişkiler ağı, cemaat ilişkilerine eklemlenmektedir. Yardımlaşma adı altında cemaatin önde gelenleri zenginliklerine zenginlik katarken, cemaat üyeleri birileri tarafından sömürüldüklerini bilmeden sevap işlediklerini sanmaktadırlar. Nitekim Deniz Feneri Derneği üzerinden yapılan yolsuzluk tam da böylesi bir istismardır. ( Kuşkusuz cemaat yapılanmasının ekonomi-politik eleştirisi bu kadar kısıtlı değildir fakat bu yazı kapsamında ona ayrılacak yer daha fazla olmamalıdır. )
Sonuç olarak AKP’nin savunduğu muhafazakar-demokrasi başlı başına tutarsız bir ideolojidir. Biz/onlar ayrımına bu ideolojinin penceresinde bakıldığında sınırların keskinleştiği bir gerçektir. Bu meyanda söz konusu demokrasi anlayışı, Türkiye’de 90’lı yılların faşizmini ortadan kaldırmak adına gerçek bir alternatif olarak değil, kendisini hegemon sınıf yapma amacı etrafında şekillenmektedir. İşte bu sebeple AKP’nin muhafazakar-demokrasi anlayışı faşizminin 21. yüzyıl için dönüştürülmüş bir versiyonudur. Zira söz konusu ideoloji hem faşizme içkindir hem de zaten onun çocuğudur. Zaman zaman AKP yöneticilerinin ve önde gelenlerinin söylemleri de bu durumu kanıtlamaktadır. Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün mübadele ve tehcirin ulus-devlet kurulmasındaki önemine dikkat çeken demeci faşizm ve AKP’nin muhafazakar-demokrasi anlayışının nasıl da aynı ağacın meyveleri olduğunu göstermesi açısından güzel bir örnektir. Bu çerçevede bugün bazı çevrelerce oluşturulmaya çalışılan çatışma ortamını adlandırmak için 90’lı yılları örnek göstermek hatalıdır. AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana demokrasi adı altında yapmaya çalıştığı şey sistemi kendi çıkarlarına uygun olarak dönüştürmektir ve demokrasi mücadelesine salt bu dar açıdan bakılacak olursa gerçek gözden kaçmış olur. 301, Diyanet’in ve YÖK’ün mevcudiyeti, etnik ayrımcılığın devam etmesi, yaşanan ölümler ve suikastlar göz önüne AKP’nin statükocu diğer siyasal yapılanmalarından farkının olmadığı anlaşılacaktır.
[1] İstanbul Zeytinburnu’nda yaşanan gerginlik ve çatışmalar sonucunda Kürtler Terörle Mücadele Şubesine götürülürken, göz altına alınan Türkler Asayiş Şubeye götürülmüştür. http://bianet.org/bianet/toplum/131793-kurt-olanlar-terorle-mucadeleye-olmayanlar-asayis-e
[2] Bu çizgiler içinde Metin Lokumcu’nun ölümünü protesto edenler de yoktur. Zira polisin protestolar sırandaki sert tutumu, bir insanı Ankara’nın göbeğinde felç kalma riskine varıncaya kadar dövmesi sonrasında ileri demokratlardan! hiç kimsenin bu yaşanan devlet teröründen rahatsız olmaması manidardır.
[3] Gerçek bir demokraside inanç özgürlüklerinin güvence altına alınması elzem bir öneme haizse de tüm demokrasi mücadelesini ya da ideal demokrasi anlayışını salt bu çerçevede tanımlamak problemli bir alana tekabül etmektedir.
[4] Bu nedenle Ergenekon davası ile yaşandığı ileri sürülen demokrasi savaşı aslında bir hegemonya savaşıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder