3 Ağustos 2011 Çarşamba

Egemen Dönüşürken

Son dönemde Türkiye tarihinde önemli dönüşümler yaşandığı yönünde bir algılama mevcuttur. Ergenekon ve Balyoz davları ile başlayan sözde demokratikleşme! adımları toplumun tüm kesimlerinde heyecan yaratmaktadır. Elde edilen belgeler, medyaya sızan haberler, daha önce Türkiye tarihinde görülmemiş şekilde omuzları bol yıldızlıların tutuklanmaları, kamuoyundaki heyecanı daha da arttıran unsurlardır. Bu yaşananlar karşısında Türkiye kamuoyunun hiçte alışık olmadığı bir şekilde askerin pasif kalması da şaşkınlık yaratmaktadır. Çünkü yıllarca dokunulmaz ve tabiri caizse burnundan kıl aldırmaz bir kurum olan TSK, kendisine yönelen suçlamalar karşısında hemen Türk milletinin çelikleşmiş ifadesi[1] olarak müdahalede bulunma hakkını kendine görmüştür. Oysa bugün TSK’nın bu tepkisizliği şaşırtıcıdır.
Diğer açıdan mevcut iktidarın, yıllarca ülkeyi vesayet altında tutan ve elinde “zor kullanma gücü” bulunduran ve neredeyse rutin aralıklarla bu gücü kullanmaktan çekinmeyen bir kuruma karşı başarılı olmasının altında yatan sebepler de belirsizdir. Türkiye’nin dünyada değişen konjontürle birlikte dönüştüğü ve ordunun demokratikleşerek darbe yapılması ihtimalinin ortadan kalktığı argümanı, bu durum için ileri sürülse de bu argümanın tek başına açıklayıcı olduğunu düşünmek safdillik olur. Zaten bugün yaşananlara böylesi bir at gözlüğü ile bakmak gerçek hikayeyi görmemizi engeller. “Mevcut iktidarın bir başarı sağladığı ya da vice versa TSK’nın yenildiği tartışmasını bir kenara bırakarak alt-yapı ve üst-yapıda yaşanan değişime bakmak.” Aslında bize doğru bakış açısı sağlayacak olan budur.
1- Türkiye’de Alt-Yapısal Değişim: Sömürü Artarak Devam Ediyor…
Tarih derslerinden sıkça anımsadığımız tezler vardır: “Osmanlı Devleti’nin Büyük Güçler tarafından yarı-sömürge haline getirildiği, Duyun-u Umumi’ye ile doğrudan sömürülmeye başlandığı, kapitülasyonların yerli sanayinin kurulmasını ve Osmanlı küçük-burjuvazisinin gelişimini engellediği…vs.” Bu tezlerin doğruluğunun tartışılması bu yazının kapsamını aşmaktadır. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ülkenin geri kalmışlığı ve muasır medeniyetler seviyesine yükselmesi gerektiği en çok gözetilen hedefler olmuştur. Fakat bu hedeflere ulaşmak için gerekli olan sermayedar sınıfın eksikliği en öncelikli problem olmuş, bu problem sermayedar- bürokrat-burjuva sınıfı yaratılarak çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Aslında bu durum Osmanlı’nın son döneminde, özellikle II. Meşrutiyet sonrası dönemde, üst-yapıda yaşanan dönüşümle birlikte okunmalıdır. Zira II. Meşrutiyet’le birlikte Osmanlı paşazadelerine karşı bir avuç baldırı çıplak subayın başlattığı isyan, 1909’dan sonra yavaş ama emin adımlarla yönetimi ele geçirmeye başlamış ve nihayet bu dönüşüm 1913 yılında tamamlanmıştır. Bununla birlikte alt-yapı emperyalistlerin ve güdük komprador burjuvazinin denetimi altında bulunmaktadır. İşte bu açıdan bakıldığında cumhuriyet döneminin yaratmaya çalıştığı burjuvazi aslında Osmanlı’nın son döneminden kalma alt-yapıdaki hegemonya dönüşümünün tamamlanmasından ibarettir.
Cumhuriyet dönemi boyunca bu yerli burjuvazinin en önemli özelliği “milli ve laik” karakteri olmuştur. Bu kriterlere sahip ve cumhuriyetin her döneminde partili[2] olan burjuvazi devlet tarafından her zaman korunmuştur. Çünkü Türkiye’de sermaye her zaman devletin kendisi olmuştur ve devlet de sermayenin kendisi.[3] Yani Marx’ın da söylediği gibi devlet aygıtı,Türkiye’de de egemen sınıfın baskı ve zor aygıtıdır.
Tekrar alt-yapıdaki dönüşüm konusuna geri dönecek olursak, tek partici anlayışının, bürokrat-burjuva sınıfın işini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Tek partili siyasal hayat ve totaliter zihniyet, “milli ekonomi”, “muasır medeniyetlere ulaşmak” söylemlerini kullanarak, söz konusu burjuva sınıfın toplumsal yapıdaki kurumsallaşmasını tamamlamasına yardımcı olmuştur. Bu laik-bürokrat-burjuva sınıf toplumsal yapıdaki hegemonyasını zaman zaman kendisine rakip olarak ortaya çıkan yarı-feodal burjuva sınıfa rağmen askerin varlığı ve desteği ile sürdürmüştür. Fakat bu durum merkez ile çevre arasındaki makasın sürekli açılmasına neden olmuş, gelinen noktada laik-bürokrat burjuva sınıfın karşısına daha güçlü muhafazakar-yarı feodal burjuva sınıfın çıkması ile sonuçlanmıştır. Bu iki sınıf arasındaki mücadele bugün yaşan tüm bu gelişmelere ışık tutacak niteliktedir.
1950’li yıllarda Adnan Menderes Hükümetleri tarafından desteklenen bu rakip burjuva sınıf daha sonra yaşanan askeri müdahaleler ile yara almış fakat daha sonra milliyetçi cephe hükümetleri, 1980 darbesi sonrası Özal’ın neo-liberal politikaları sayesinde yeniden nefes alanı bulmuştur. Zamanla gelişerek feodal niteliğinden belli oranda sıyrılan bu burjuva sınıf, Anadolu Kaplanları olarak adlandırılmış, laik burjuvazi karşısına muhafazakar kimliği ile çıkmıştır.[4] Ekonomik olarak güçlenen bu muhafazakar burjuva sınıf kamusal alanda daha çok öne çıkmaya başlamış, kamusal alanda artan bu görünürlük laik burjuva sınıf açısından tehdit olarak algılanmıştır. Daha önce sadece laik burjuva sınıfa ait olan bazı ritüeller ( işadamlarının sosyalleşme yemekleri, lüks araçları kullanma tekeli…vs. )bugün muhafazakar burjuvazi tarafından tehdit altındadır. Artık başörtülü kadınlar koca koca jipleri kullanmakta, alkollü iş yemeklerine katılmakta ya da alternatif alkolsüz iş yemekleri ile laikleri taklit edebilmektedir.
Laik ve muhafazakar burjuvazi arasında cereyan eden hegemonya savaşının doğal olarak proleter ve emekçi sınıfın sömürüsüne hiçbir olumlu katkısı yoktur. Aksine fillerin tepişmesinde yine çimenler ezilmektedir. Öyle ki  daha fazla kar ve statü elde etmek adına yapılan bu iki burjuva sınıf arasındaki savaşımda, işçi ve emekçi sınıfın hakları hiçe sayılmakta, her geçen gün hakları ellerinden alınmakta aynı zamanda din mefhumu da kullanılarak sömürü devam ettirilmektedir. Ve tüm bunlar ileri demokrasi, ekonomik büyüme ve kalkınma ve işçilerin çalışma şartlarının düzeltilmesi söylemi ile yapılmaktadır. Fakat bir atasözünün de çok isabetli şekilde ifade ettiği gibi “namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmamakta, onlarca işçi maden ocaklarında, tersanelerde, kot taşlama atölyelerinde ölüme mahkum edilmekte, söz konusu bu iş yerlerinin denetimi kar ve yolsuzluk adına görmezden gelinmekte, ekonomimiz büyümektedir. Yani işçi sınıfı iki cami arasında beynamaz kalmaktadır.
2- Üst-Yapıda Değişim: Egemenler Dönüşüyor…
Alt-yapıdaki bu rekabet üst-yapıda, 2002 sonrasında yavaş yavaş egemen gücün dönüşümü olarak yansımaktadır. Türkiye tarihine damgasını vuran ulusalcı-laik seçkinler ve özellikle askeri elit, 2002’den bu yana demokratikleşme söylemi ile hegemonyasını kaybetmekte aynı şekilde mevcut iktidar da kendisini egemen güç olarak dönüştürmekte tabiri caizse ulusalcı-laik elitten boşalan yerleri doldurmaktadır. Küçük burjuva demokratlığı özelliği taşıyan demokratikleşme söylemi, kendine demokrat bir şiar benimsemekte, kendinden olmayana karşı ayrımcı bir tutum takınmaktadır. Bu dönüşümde muhafazakar-burjuva elit, devlet aygıtını, tıpkı kendisinden önceki burjuva sınıfın yaptığı gibi sömürü ve baskı aracı olarak kullanmaktadır.
Gerçek bir demokrasinin en önemli özelliklerinden biri hiçbir vesayet altında bulunmamaktır. Türkiye’de de sivil siyaset söylemi yıllarca söz böylesi bir demokrasi arayışının parolası olmuştur. Lakin realitede bu sivil siyaset söylemi, askeri vesayetin çizdiği alan dışında kalan alanda sivillerin söz söyleme hakkına sahip olması olarak vuku bulmuştur. Bugün küçük-burjuva demokratların övünerek dillendirdikleri gibi sivil siyaset, askeri vesayetin özellikle irtica ile ilgili olarak çizdiği sınırları belirsizleştirmişse de, diğer alanlarda askeri vesayet devam etmektedir. Sivil siyasetten anlaşılan sivillerin ve seçilmişlerin siyaset yapması ise bu siyasetin alanının ve sınırlarının genişlediği aşikardır. Ama aynı şekilde sivil siyasetin bugün toplumun büyük bir kesimine karşı tahakküm aracı ve söylemi olarak işlev gördüğü de aynı derecede aşikardır. Sivil siyaset söylemi çoğunlukçuluk perspektifine hapsedilmiş, ırkçı ayrımlar sivil siyasetin dış çeperini belirleyen kriterler olarak görev görmektedirler. Zira % 49.9 oranında oy aldığını sürekli olarak dillendirerek tüm toplumun temsilcisi olduğunu, çoğunluğun kendisinde olduğunu ileri süren mevcut iktidar sivil siyaseti kendisine içkinleştirmekte, kendisinden olmayanın ya da kendisinin fikrini savunmayanın “sivil siyaset” yapmadığını iddia etmektedir. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, ÖDP’nin seçimlere alınmaması, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu milletvekillerine karşı tutulan tavır, AKP’nin sivil siyaset anlayışını nasıl da kendi tekelinde gördüğünü göstermektedir.
Üst-yapıdaki dönüşüm sadece politik alanda değil aynı şekilde bilim, kültür, sanat alanlarında da dönüşüme neden olmaktadır. Muhafazakar bakış açısı ile heykeller ucubeye benzetilmekte, bilimsel gelişmenin önündeki en büyük engellerden biri olan YÖK’ün varlığı dönüştürülerek devamlılığı sağlanmakta, televizyonlarda dini içerikli programların sayısı artmakta, devlet televizyonundan mezhepsel propaganda yapılmakta kısacası toplumun bilinçsiz sınıflarının sömürüsünün devamlılığını sağlamak adına devlet ve devletin ideolojik tüm aygıtları durdurak bilmeyen bir çalışma içerisinde bulunmaktadır.
Toplumun tüm kesimlerinin maruz kaldığı bu dezenformasyon süreci, sözde solcu, aydın yazarların ( oportünistlerin )yazılarıyla da desteklenmektedir. Demokratikleşme söylemini sıkça kullanan bu yazarlar, kitlelerin uyuşturulması için ellerinden geleni yaparak, oportünistçe, yeni hegemonyanın tesisinde rol almaktadırlar. Lenin, “Devlet ve Devrim” in birinci bölümünde Marx’ın öğretilerinin onun ölümünden sonra egemen güçler tarafından nasıl ikonlaştırılmaya çalışıldığı üzerinde durmakta, böylece devrimci mücadelelerin keskinliklerinin giderilmeye çalışıldığını ileri sürmektedir.[5] Aynı şekilde Türkiye’de de bugün kendini Marksist, sosyalist, devrimci, komünist olarak adlandıran pek çok aydın yazar-çizer böylesi bir oportünist tutum içerisindedir.
Sonuç Yerine: İşçi Sınıfı Ne Yapmalı?
Türkiye’de son yaşanan gelişmeler karşısında işçi sınıfının ne yapması gerektiği sorusu önemli bir hale gelmektedir. Oportünistçe davranarak, yeni egemen sınıfın dönüşümünde yer almak onun çıkarına değildir. Aynı şekilde muhafazakarlaşacağız diye de eski elitlere destek vermek aynı derecede yanlıştır. İşçi sınıfı bugün her zaman olduğundan daha uyanık olmak zorundadır. İşçi sınıfı, Türkiye halklarının özgürlük mücadelesini her zamankinden daha çok benimsemeli ve içselleştirmelidir. Zira mevcut iktidarın demokratikleştirme ve özgürleştirme projeleri muhafazakar ve faşist nitelikleri nedeniyle birer yalandan ibarettir. Kapitalist sistemin sömürü ilişkileri artarak devam etmekte sadece oyuncular ve oyunun bazı küçük kuralları değişmektedir. Eskiden ulusalcılık, laiklik söylemleri ile yürütülen sömürü şimdi din kardeşliği üzerinden yürütülmektedir.
Bugün işçiler, dini bakış açısının kaderciliğine ve cemaat yapılanmalarının özgürlüğü içerisine hapsedilmektedirler. Nitekim yaşanan maden-işçileri ölümlerine dini-kaderci bakış açısı bu durumun tipik örneğidir. Diğer açıdan birey değişen toplumsal ilişkilerde egemen konuma gelmeye başlayan cemaat tipi yapılanmalar içerisinde salt dini özgürlüklere tabi kılınmakta, bireye dini inancını, ki o da Sünni ise, özgürce yaşamasının en büyük erdem ve özgürlük olduğu öğretilmektedir. Bu doktrin ideolojik unsurlarla da desteklenmektedir. İşsizlik oranının böylesine yüksek olduğu bir toplumda cemaatler, işçinin yaşamını idame ettirebilmesi için gerekli olan yardımı bulabileceği bir kurtuluş yolu hem de iş bulmak için gerekli bir kurum olarak sahneye çıkmaktadır.
Diğer yandan toplum, ekonomik büyüme illüzyonu ile uyutulmakta, her ilde devasa projeler yapılacağı televizyonlarda bangır bangır duyurularak ekonomimizin büyüklüğü kitlelerin beyinlerine kazınmaktadır. Bu projeler kapsamında istihdam edilecek insan sayısına vurgu yapılmakta, böylesine geçici işler nihai kurtuluş olarak yoksulların önüne sunulmaktadır. Oysa perde arkasında sömürü tüm hızıyla sürmektedir.
Her ilde açılan ve açılmaya devam eden üniversiteler, eğitim sisteminin ve toplumumuzun gelişmişlik seviyesinin göstergesi olarak sunulmakta, umut tacirliği yapılmaktadır. Üniversitelerdeki eğitimin niteliksizliği bir yana bırakılarak, pek çok öğrencinin umutlarıyla oynanmaktadır. Bin bir umutla bir üniversiteye giren kişi potansiyel olarak işsizliğin kucağına itilmektedir. Zannedildiği gibi her ile üniversite kurmak eğitim ve öğretimi geliştirmek ve toplumsal ihtiyaca cevap vermek adına yapılmamaktadır. Yapılan o ilin kalkınmasını böylesine maske ile gerçekleştirmektedir. Peki bu işten kim karlı çıkmaktadır? Tabiî ki öğrencilerin o ile veya ilçeye gelmesi ile gereksinim duyulan evleri inşa edenler. Yani inşaat sektörünün godomanları…[6]
Böylesine bir ortamda işçi sınıfı kendisine düşen devrimci rolü oynamak için sahneye çıkmalıdır. Bunun içinde öğrenci hareketleriyle, Türkiye halklarının özgürlük mücadelesi veren halklarıyla, insan hakları alanında faaliyet gösteren kurum ve kuruluşlarla birlik olması gerekmektedir. Tabi içerisinde oportünist fraksiyonları eleyerek.
İşçi sınıfı, toplumsal şiddetin arttığı, faşizmin yükselişe geçtiği ve hemen hemen her gün çatışma ve ölüm haberlerinin geldiği bir ortamda barış isteğini daha şiddetli dile getirmeli, bunun için sokaklara dökülmelidir.
İşçi sınıfı son zamanlarda öğrencilere karşı artan polis şiddetine karşı öğrencilerin yanında daha sağlam tutum takınmalı, onlarla birlikte sokağa dökülmelidir.
İşçi sınıfı son dönemlerde artan kadına şiddet ve cinsiyet ayrımcılığı, homofobi gibi erkek egemen histerilere karşı kadınlara, eşcinsellere, lezbiyenlere ve diğer tüm cinsiyet ayrımcılığına uğrayanlara destek vermeli, onlarla sokağa dökülmelidir.
Kısaca tüm işçi sınıfı kapitalizme ve onun uzantılarına karşı savaşta birleşmelidir. İşçi sınıfı bu mücadelede yeniden örgütlenmek zorundadır. Çünkü artık sınıf savaşımı eskisi gibi proletarya ve burjuvazi arasında değildir. Bugün işçi sınıfı tüm özgürlük mücadelesi veren kimliklerle hemhal olmuştur ve vice versa. Yani mücadeleyi artık sadece sınıfsal kimlik üzerinden yürütmek imkansızdır ve samimi değildir. Nitekim Türkiye’de işçi sınıfı ancak özgürlük mücadelesi veren diğer kimliklerle eklemlendiğinin bilincine vardığı zaman devrimci mücadele başarı şansı kazanacaktır.
Türkiye’de böyle bir mücadele birliğinin tohumları Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun varlığı ile pratiğe aktarılma şansı bulmuştur. Yine aynı şekilde çatı partisi girişimleri de bu açıdan sevinç verici gelişmelerdir. Bu olumlu gelişmelerin nihayete erdirilmesi için ise devrimci bilincin daha geniş kesimler tarafından benimsenmesi gereklidir. Ancak böylesi bir bilincin inşa edilmesi, Türkiye’yi ve Türkiye halklarını her türlü vesayetten kurtaracaktır. Ancak o zaman işçi sınıfı hem kendi içindeki hem de burjuvazinin oportünist saldırılarından kurtulabilecektir. Ve ancak o zaman tarihin kendisine biçtiği devrimci rolü oynayabilecektir. İşte gerçek demokratikleşme ve özgürlük o zaman bize şimdiden daha yakın olacaktır.


[1] Albay Dursun Çiçek’in son duruşmasında TSK için kullandığı tabir. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1058529&Date=03.08.2011&CategoryID=77
[2] O dönemde hangi parti iktidardaysa.
[3] Yani cumhuriyetin kurucu unsurları olan Osmanlı asker-bürokrat eliti, aynı zamanda Osmanlı’nın son döneminde paşazade aristokratlara, gayri-müslim burjuvaziye, komprador burjuvaziye ve emperyalist güçlere karşı kendisini ekonomi alanında da kurmaya çalışmıştır. Bu durumun en tipik örneği Osmanlı’nın son döneminde İttihatçıların kurmaya çalıştığı milli sanayi ve bunun cumhuriyet dönemindeki uzantılarıdır. Aynı şekilde cumhuriyet döneminin bürokrat sınıfının devlet aygıtını kullanarak burjuva sınıfına dönüşümü de bu açıdan incelenebilir.
[4] Örnek: TÜSİAD-MÜSİAD ayrımı
[5] V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, 4. Baskı, Eriş Yayınları, 2003, s. 13

[6] Yeni açılan üniversitelerin açıldıkları bölgeye etkileri kuşkusuz bununla sınırlı değildir fakat daha derinlemesine bir analiz bu yazının kapsamı dışındadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder