20 Ağustos 2011 Cumartesi

Barışı Savunmak Gerek

Savaş tamtamları çalmaya başladığında her zaman ilk kurşun barışa sıkılır. Maalesef bugün olan tam da budur. Kimse o zaman barışın sesini duymak istemez. İşine gelmez çünkü. Savaşın kelimelerini kullanmak daha kolaydır hem ayrıca savaş tamtamları çalmaya başladığında savaşın dilini konuşmayı bilirsen prestij sahibi, karizmatik bir kahraman rolüne hemencecik bürünebilirsin. Zaten toplum da senden bu dilini konuşmanı bekler ve sen eğer olurda o dilde konuşmayı reddedersen vay haline…



Bugünlerde gazeteleri karıştırırsanız ya da kanaat önderi olarak görülen kişilerin söylemlerine, yazılarına bakarsanız çoğunluğunun son ölümlerle birlikte milliyetçi retoriği ne kadar kolay kullanabildiğini gözlemleyebilirsiniz. Kuşkusuz barış yanlısı bir insan için her ölüm en derinlerde hissedilmesi gereken acı bir duygudur. Ama insan ayırmadan, 30 yıldır süren bir savaşta taraf ayırmadan, her biri bu ülkede doğan, büyüyen ve siyaset kurumunun basiretsizliği ve beceriksizliği nedeniyle daha gerçekten ne uğrunda öldüğünü bilmeden ölen her insanın acısını eşit paylaşabilmektir esas mesele. Oysa aydın olarak adlandırılan bu insanlara baktığımızda onların ölümlerin acısını ayırt ettiğini görürüz. Ölümün acısını kategorize etmeye çalışan bir mantalitenin barıştan bahsedebilmesi imkansızdır. Çünkü onda insana karşı nefret vardır. Kendinden olmaya karşı nefret vardır.



Gramsci, aydınlar ve halk arasında organik ve duygusal bir bağın gerekliliği üzerinde durmaktadır. Ona göre aydınların yığınlar ile organik bir bağa sahip olması yığınların mevcut entelektüel-moral değerlerinin devamlılığının sağlanmasından ziyade bu entelektüel-moral unsurun gelişmesine katkı sağlamak için gereklidir. Neticede ancak böylesi entelektüel-moral bloğun varlığı tarih-politika yapmayı mümkün kılacak unsurlardan biridir.



Gramsci’nin bu analizini aklımızın bir kenarında tutarak ilerleyelim. Çok bilindik bir tanımlama olarak aydınların halk ve üst sınıflar arasında entelektüel-moral bir köprü görevi gördüğü söylenebilir. Bu çerçevede Gramscigil bir yaklaşımla aydınların yığınların entelektüel-moral değerlerini bu görev vasıtası ile geliştirmesi beklenebilir. Oysa bugün yaşadığımız durum bunun tam tersidir. Aydın sıfatını taşıyanlar ki bunlara sözde aydınlar diyebiliriz, bu gelişim için çaba harcamamakla birlikte iktidarın sözcülüğünü yapmakta hatta en doğru tabirle iktidarın propaganda uzuvları olarak faaliyet göstermektedirler. Bu durumu oportünizm ile adlandırmak pekala mümkündür. Fakat daha derinlerde ahlaki ve moral bir çöküntünün varlığı da yadsınamaz.



Bir başka açıdan Gramsci, aydın ve yığınlar arasında organik bağın mevcudiyetini temsil ilişkileri açısından da önemli görür. Gerçekten de halk ve aydınlar arasında duygusal bağın varlığı aydınların halkın görüşlerini temsil etmesinde en öncelikli etmenlerdendir. Aksi halde aydınların görüşleri kendi içinde burjuva nitelikli entelektüel laf ebeliğinden başka bir şeyi ifade etmez. Halkın gerçeklikleri ve duyguları aydınların kalemlerine yansımaz, yansıyamaz. Peki bu açıdan bakıldığında bugün bu sözde aydınların kaleme aldıkları ile sokaklara dökülen insanların kullandıkları söylemler aynı olduğuna göre bu aydınlar sınıfı halkın gerçeklerini dile getirmiyor mu? Bu sorunun cevabı hayırdır. Çünkü aslında bugün bu sözde aydınların yaptığı ateşi körüklemekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Gazetelerde daha önce 90’lı yılların yerilen uygulamaları bugün övülmektedir. Hükümetin politikaları bugün eskiye nazaran şeffafmış o yüzden 90’lı yıllardaki OHAL’in 2011 versiyonu, 90’lı yılların karanlık uygulamalarından farklıymış. Bir bakan geçenlerde televizyon kanalında terörle mücadelede yeni stratejiyi bu cümlelerle savunurken bazı sözde aydınlar bu sözleri yazılarında söylemlerinde onaylamaktadır. Bence bu konuda söz söylemekten ziyade dönüp 90’lı yılların gazetelerine bakmakta fayda var. 90’lı yılların koalisyon hükümetleri de aynı derecede şeffaf değiller miydi? Bence kendilerince onlarda şeffaftı. İsteyen o dönemki siyasetçilerin ve aydınların sözlerine yazılarına bakabilir.



Maalesef Türkiye’de aydınlar ve halk arasında her daim bir kopukluk olmuştur. Cumhuriyetin kuruluş döneminden bu yana halk eğitimsiz, geri kalmış olarak nitelendirilerek merkezden uzaklaştırılmıştır. Aydınlar ise merkezdeki yerlerinde halk adına işkembe-i kübradan atıp tutmuşlardır. AKP iktidarı ile periferideki halkın merkeze yaklaştığı kabilinden çözümlemeler ise bir aldatmacadan ibarettir. Gerçekte periferideki halk, merkezde kendisini temsil eden bir ideolojinin, siyasetin varlığına inandırılmaktadır. Sözde aydınlar da egemenin dönüşümünde her zamanki oportünist rollerini oynamaktadırlar.



Halk barış istemektedir. Artık herkes sıkıldı bu kirli savaştan. Ama sesi çıkmıyor çıkamıyor. Onun sesini sözde aydınların gür sesi bastırıyor. Onun sesini milliyetçiliğin öfkeli ve intikamcı retoriği bastırıyor. Çünkü bugün halk, milliyetçi uyuşturucularla uyutulmakta. Ve savaşın kanlı dişleri yine ilk barışı ısırmakta…



Bize bu savaşta düşen pay ise yılmadan usanmadan barışı savunmaktır. Barış barış diye haykırmaktır. Usanmadan yenildiğimizi düşündüğümüz anda yine barış diye haykırmaktır. S. Beckett’in dediği gibi “yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.” Selam olsun barışı dilinden düşürmeyenlere…    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder