20 Ağustos 2011 Cumartesi

Barışı Savunmak Gerek

Savaş tamtamları çalmaya başladığında her zaman ilk kurşun barışa sıkılır. Maalesef bugün olan tam da budur. Kimse o zaman barışın sesini duymak istemez. İşine gelmez çünkü. Savaşın kelimelerini kullanmak daha kolaydır hem ayrıca savaş tamtamları çalmaya başladığında savaşın dilini konuşmayı bilirsen prestij sahibi, karizmatik bir kahraman rolüne hemencecik bürünebilirsin. Zaten toplum da senden bu dilini konuşmanı bekler ve sen eğer olurda o dilde konuşmayı reddedersen vay haline…



Bugünlerde gazeteleri karıştırırsanız ya da kanaat önderi olarak görülen kişilerin söylemlerine, yazılarına bakarsanız çoğunluğunun son ölümlerle birlikte milliyetçi retoriği ne kadar kolay kullanabildiğini gözlemleyebilirsiniz. Kuşkusuz barış yanlısı bir insan için her ölüm en derinlerde hissedilmesi gereken acı bir duygudur. Ama insan ayırmadan, 30 yıldır süren bir savaşta taraf ayırmadan, her biri bu ülkede doğan, büyüyen ve siyaset kurumunun basiretsizliği ve beceriksizliği nedeniyle daha gerçekten ne uğrunda öldüğünü bilmeden ölen her insanın acısını eşit paylaşabilmektir esas mesele. Oysa aydın olarak adlandırılan bu insanlara baktığımızda onların ölümlerin acısını ayırt ettiğini görürüz. Ölümün acısını kategorize etmeye çalışan bir mantalitenin barıştan bahsedebilmesi imkansızdır. Çünkü onda insana karşı nefret vardır. Kendinden olmaya karşı nefret vardır.



Gramsci, aydınlar ve halk arasında organik ve duygusal bir bağın gerekliliği üzerinde durmaktadır. Ona göre aydınların yığınlar ile organik bir bağa sahip olması yığınların mevcut entelektüel-moral değerlerinin devamlılığının sağlanmasından ziyade bu entelektüel-moral unsurun gelişmesine katkı sağlamak için gereklidir. Neticede ancak böylesi entelektüel-moral bloğun varlığı tarih-politika yapmayı mümkün kılacak unsurlardan biridir.



Gramsci’nin bu analizini aklımızın bir kenarında tutarak ilerleyelim. Çok bilindik bir tanımlama olarak aydınların halk ve üst sınıflar arasında entelektüel-moral bir köprü görevi gördüğü söylenebilir. Bu çerçevede Gramscigil bir yaklaşımla aydınların yığınların entelektüel-moral değerlerini bu görev vasıtası ile geliştirmesi beklenebilir. Oysa bugün yaşadığımız durum bunun tam tersidir. Aydın sıfatını taşıyanlar ki bunlara sözde aydınlar diyebiliriz, bu gelişim için çaba harcamamakla birlikte iktidarın sözcülüğünü yapmakta hatta en doğru tabirle iktidarın propaganda uzuvları olarak faaliyet göstermektedirler. Bu durumu oportünizm ile adlandırmak pekala mümkündür. Fakat daha derinlerde ahlaki ve moral bir çöküntünün varlığı da yadsınamaz.



Bir başka açıdan Gramsci, aydın ve yığınlar arasında organik bağın mevcudiyetini temsil ilişkileri açısından da önemli görür. Gerçekten de halk ve aydınlar arasında duygusal bağın varlığı aydınların halkın görüşlerini temsil etmesinde en öncelikli etmenlerdendir. Aksi halde aydınların görüşleri kendi içinde burjuva nitelikli entelektüel laf ebeliğinden başka bir şeyi ifade etmez. Halkın gerçeklikleri ve duyguları aydınların kalemlerine yansımaz, yansıyamaz. Peki bu açıdan bakıldığında bugün bu sözde aydınların kaleme aldıkları ile sokaklara dökülen insanların kullandıkları söylemler aynı olduğuna göre bu aydınlar sınıfı halkın gerçeklerini dile getirmiyor mu? Bu sorunun cevabı hayırdır. Çünkü aslında bugün bu sözde aydınların yaptığı ateşi körüklemekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Gazetelerde daha önce 90’lı yılların yerilen uygulamaları bugün övülmektedir. Hükümetin politikaları bugün eskiye nazaran şeffafmış o yüzden 90’lı yıllardaki OHAL’in 2011 versiyonu, 90’lı yılların karanlık uygulamalarından farklıymış. Bir bakan geçenlerde televizyon kanalında terörle mücadelede yeni stratejiyi bu cümlelerle savunurken bazı sözde aydınlar bu sözleri yazılarında söylemlerinde onaylamaktadır. Bence bu konuda söz söylemekten ziyade dönüp 90’lı yılların gazetelerine bakmakta fayda var. 90’lı yılların koalisyon hükümetleri de aynı derecede şeffaf değiller miydi? Bence kendilerince onlarda şeffaftı. İsteyen o dönemki siyasetçilerin ve aydınların sözlerine yazılarına bakabilir.



Maalesef Türkiye’de aydınlar ve halk arasında her daim bir kopukluk olmuştur. Cumhuriyetin kuruluş döneminden bu yana halk eğitimsiz, geri kalmış olarak nitelendirilerek merkezden uzaklaştırılmıştır. Aydınlar ise merkezdeki yerlerinde halk adına işkembe-i kübradan atıp tutmuşlardır. AKP iktidarı ile periferideki halkın merkeze yaklaştığı kabilinden çözümlemeler ise bir aldatmacadan ibarettir. Gerçekte periferideki halk, merkezde kendisini temsil eden bir ideolojinin, siyasetin varlığına inandırılmaktadır. Sözde aydınlar da egemenin dönüşümünde her zamanki oportünist rollerini oynamaktadırlar.



Halk barış istemektedir. Artık herkes sıkıldı bu kirli savaştan. Ama sesi çıkmıyor çıkamıyor. Onun sesini sözde aydınların gür sesi bastırıyor. Onun sesini milliyetçiliğin öfkeli ve intikamcı retoriği bastırıyor. Çünkü bugün halk, milliyetçi uyuşturucularla uyutulmakta. Ve savaşın kanlı dişleri yine ilk barışı ısırmakta…



Bize bu savaşta düşen pay ise yılmadan usanmadan barışı savunmaktır. Barış barış diye haykırmaktır. Usanmadan yenildiğimizi düşündüğümüz anda yine barış diye haykırmaktır. S. Beckett’in dediği gibi “yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.” Selam olsun barışı dilinden düşürmeyenlere…    

7 Ağustos 2011 Pazar

Akşamdan Kalma Bir Medya Eleştirisi

Dün gece dost meclisinde sohbet ederken ve hayret edici şekilde her hangi alkollü bir sohbet olmamasına rağmen, söz döndü dolaştı nerden bu konulara geldik diye sorma fırsatını dahi kendimizde bulamadan memleket meselelerine geldi. Aslına bakılırsa sohbetlerin çok kısa bir yol kat edişten sonra memleket meselelerine gelip dayanması üyeleri erkek olan bir toplulukta gayet normal hele bu memleket bizimkisi gibi aksiyonu, gündemi bol bir özellik taşıyorsa.
Neyse lafı fazla uzatmadık, herkes dilinin döndüğünce dilinin ucuna gelen her mesele hakkında fikirlerini söyledi, farklı bakış açıları vardı, tartışıldı, konuşuldu. Söz en son döndü dolaştı adını medya olarak koyacağımız ve sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğinin muğlaklaştığı bir kurumun algılama eksiklikleri üzerine geldi çattı. Anlaşılan herkes medya denen mefhumun bireyin toplumsallaşma sürecindeki rolünün farkında olarak, olumsuz yönlerinden şikayetçi imiş.
Bu meyanda ilk olarak herkes bugün medyanın milliyetçi bir dil kullandığını ileri sürmüştür. Gerçekten de Türkiye’de medya özellikle çatışma haberlerini milliyetçi bir şablonla sunmaktadır. Özellikle ana akım medya bünyesindeki basın, televizyon ve internet dikkatli bir taramaya tabi tutulursa söz konusu bu milliyetçiliğin boyutları daha iyi görülebilecektir. Köşe yazarları veya aydınlar! çatışma haberlerinin gelmediği günlerde gayet demokrat edayla yaşanan sorunun çarşaf çarşaf analizini yapar, bölgede yaşanan dramları en acıklı dille anlatır, bir insanı ( özellikle bir Kürdü ) dağa çıkaran sebepleri en pozitivist bakış açısından irdeler. Ama bu yazarla çatışma haberinin geldiği gün bu sözde demokrat gömleklerini çıkarırlar ve hemen üzerlerine tam oturan milliyetçi gömleklerini giyerek açarlar ağızlarını, yumarlar gözlerini. İşte o zaman vay onlara yanlış yapıyorsunuz diyenlere. ( Örnek vermeden olmaz. Ermeni Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın Ermeni öğrencilerle yaptığı konuşmaya kızan ve hemen milliyetçi gömleğini giyen ve “Benim Neslim” diye bir yazı yazan, kendine has üslubu olan demokrat abi. )
Medyanın en temel toplumsal işlevi halk ve yöneticiler arasında köprü kurarak tabiri caizse seçilmişlerin denetimini sağlamaktır. Zaten bu nedenle liberal-demokrasilerde medyanın yasama-yürütme-yargıdan sonra dördüncü kuvvet olduğu iddia edilir. Medya aracılığı ile halk bir yandan olup bitenden haberdar olurken diğer yandan kendi seçtiği kişilere verdiği yetkilerin yerinde kullanılıp kullanılmadığını denetleme imkanına sahip olmaktadır. Bu açıdan bakınca ne kadar güzel. Meğer medya sen ne güzel bir abimizmişin! Gerçekte seçilmişler değil denetlenmeyi, burnundan kıl bile aldırmazken, medya da popülist politikaları bırakıp, halkın yanında olacak bir kurum değildir memleketimde. Benim memleketimde seçilmiş olmasına gerek yok, kime az biraz yetki verirseniz o kimseye hesap vermez, o Ali kıran baş kesendir artık. Benim memleketimde en tarafsız olduğunu iddia eden bir kanal bir anda en gözde çalışanlarını bile, sebepsiz yere sırf birilerine yarasın diye işten çıkarır ya da tatillere gönderir ya da etliye sütlüye dokunmayan programlar yaptırır altlarına motosiklet vererek.
Bu açıdan bakınca medyanın tarafsızlığını tartışmak abesle iştigal etmek olur. Zira özgür, tarafsız medyanın sağlanmasını, medya sektörünün ve bu sektördeki her şeyin serbest pazar mantığına bırakılmasında gören bir bakış açısını göz önüne alacak olursak, medyanın aslında hiç de tarafsız olmadığını aksine taraf olduğunu göreceğiz. Evet medya taraftır, medya sermayeden taraftır, medya egemenden taraftır. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir tartışma değildir, hemen hemen tüm dünyada medya sektörünün deregülasyon politikalarının eline bırakıldığı bir gerçektir. Nitekim son günlerde İngiltere’de ortaya çıkan telekulak skandalı ve bu skandalın müsebbibi medya patronları bu duruma en güzel örneklerdendir. Hal böyle iken Türkiye’de ana akım medyadan tarafsız olmasını beklemek yanlıştır.
Diğer yandan küreselleşme mefhumunun olumsuz özelliklerinden biri olan kültürel yozlaşma medya eliyle hızlı bir şekilde toplumun tüm kesimlerine yayılmaktadır. Enternasyonal bir birlikteliği müjdeleyen olarak görülen küreselleşme, toplumların ihtiyacı olan afyonu eğlence sektörü, popüler kültürle bireylere aşılamaktadır. Kültürlerin birliği gibi söylemler altında ünlü fast-food zincirlerinde yerel tatların da sunulduğu menüler ortaya çıkmakta, özellikle içinde bulunduğumuz ramazan ayı gibi aylarda kola iftar sofralarının vazgeçilmez içeceği olarak sunulmaktadır. Medya ise bu yaşam formlarını iletişim kanallarında överek, bireyin toplumsallaşma sürecinde küreselleşmenin bu değer yargılarını içselleştirmelerini sağlamaktadır. Bireye, Amerika’dan ithal yaşam tarzının yücelikleri, fast-food zincirlerinde yemek yedikleri zaman kazanacakları ödüller, medya aracılığı ile duyurulmaktadır.[1] Televizyondaki dizilerde, yarışma programlarında tüketimin modern yaşamın altın kuralı olduğu savunulmaktadır. Birey, toplumda iyi bir statüde olmak için tüketmelidir. En yeni ve son model arabayı, cep telefonunu, diz üstü bilgisayarı kullanmalıdır, şu şu pahalı mağazalardan giyinmeli hatta mahalledeki berber yerine bilmem kim ünlünün her gün gittiği bilmem ne kuaföründe saçını başını yaptırmalıdır. Tüm bunları en yoğun propagandasını yani aslında kapitalizmin gerekliliği olan tüketim çılgınlığının propagandasını medya yapmaktadır. 
Tüm bu anlatılanları daha akademik kelimelerle aktaracak olursak, medya mefhumunun sosyolojik olarak üç boyutta analiz edildiğini söyleyebiliriz. Makro-kurumsal yaklaşım, mikro-kurumsal yaklaşım ve kültürel yaklaşım bağlamında. Makro-kurumsal bağlamda incelemede bulunanlar medyada insan faktörünün rolünü geri plana atarken, mikro-kurumsal yaklaşımlar medyada çalışanlar üzerindeki sosyal baskıyı kabul etmekle birlikte insanın bu kısıtlamaları gazetecilik faaliyetleri ile ortadan kaldırabileceğini kabul ederken, kültürel yaklaşımlar insan faktörünün rolüne vurgu yaparlar.[2] Her üç yaklaşım tarzı konuyu başka bir noktasından kavramaktaysa da ülkemizde medya- toplum -siyaset üçlüsü arasındaki ilişkiyi en geniş perspektiften kanımızca makro-kurumsal yaklaşımlar irdelemektedir. Neticede deregülasyon politikalarının da desteği ile birer şirket olan medya sektöründe patronun kar amaçlı ticari faaliyetleri, tarafsız medya anlayışının önüne geçecektir. Bu meyanda makro-kurumsal yaklaşımın Türkiye’de medya sektöründe son dönemde olup biteni açıklamak bakımından daha el verişli olduğunu söylemek mümkündür. Bununla birlikte buradan diğer yaklaşımların yok sayılmasını önerdiğimiz anlamı çıkmaz. Özellikle toplumda var olan şiddet ve milliyetçilik kültürü, medyanın çatışma haberlerine yaklaşımını belirleyen başlıca kültürel etmenlerdendir. Fakat en nihayetinde medyanın takındığı milliyetçi tutumun altında daha fazla satış rakamına ulaşma, daha fazla izlenme dürtüsü olduğu için söz konusu tüm yaklaşımlar aslında makro-kurumsal yaklaşım tarafından içerilmektedir.
Sonuç olarak medya, üzerine temellendiği günümüz ekonomi-politiğinde tarafsız bir rol oynayamaz. Böylesi bir rol oynamaya kalkmak kendi açısından intihar anlamına gelecektir. Hele özellikle bizdeki gibi devlet paternalizminin, siyasette lider kültünün ve toplumsal yapıda muhafazakarlığın böylesine önemli bir yer işgal ettiği toplumlarda medyanın bu etkilerden kendini sıyırarak varlığını sürdürmesi imkansızdır. Çünkü medyanın özellikle politikada boşluğunu doldurmaya çalıştığı/çalışacağı her alana nüfuz etmesi ya engellenmektedir ya da dolaylı olarak devlet aygıtı tarafından sağlanmaktadır. Dolayısıyla ana akım medyadan gerçek bir demokrat kimlikle hareket etmesini beklemek safdilliktir. Buna rağmen ana akım medya gibi işin kolayına kaçmayan gazete ve haber kaynaklarının var olması biraz da olsa Türkiye için umut vericidir. Selam olsun onlara…





[1] Bu satırın yazarı popüler kültürün getirisi olan yozlaşma tehdidine karşı geleneklere dönüşü savunmamaktadır. Burada anlatılmak istenen en basit söylemi ile batılılaşmanın, modernleşme ile aynı şey olmadığı ve modernleşmenin de her derde çare olmayacağı gerçeğidir. Yoksa gitarı bırakıp sazı elimize alalım çünkü o millidir kabilinden bir gelenekçilik, birini reddettiğimiz bir indirgemecilik yerine başka bir tanesini tesis etmek anlamına gelir.
[2] M. Schudson ve S. Waisbord, “Haber Medyasının Siyasal Bir Sosyolojisine Doğru”, Siyaset Sosyolojisi, ed. T. Janoski, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2010, s. 377

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Egemen Dönüşürken

Son dönemde Türkiye tarihinde önemli dönüşümler yaşandığı yönünde bir algılama mevcuttur. Ergenekon ve Balyoz davları ile başlayan sözde demokratikleşme! adımları toplumun tüm kesimlerinde heyecan yaratmaktadır. Elde edilen belgeler, medyaya sızan haberler, daha önce Türkiye tarihinde görülmemiş şekilde omuzları bol yıldızlıların tutuklanmaları, kamuoyundaki heyecanı daha da arttıran unsurlardır. Bu yaşananlar karşısında Türkiye kamuoyunun hiçte alışık olmadığı bir şekilde askerin pasif kalması da şaşkınlık yaratmaktadır. Çünkü yıllarca dokunulmaz ve tabiri caizse burnundan kıl aldırmaz bir kurum olan TSK, kendisine yönelen suçlamalar karşısında hemen Türk milletinin çelikleşmiş ifadesi[1] olarak müdahalede bulunma hakkını kendine görmüştür. Oysa bugün TSK’nın bu tepkisizliği şaşırtıcıdır.
Diğer açıdan mevcut iktidarın, yıllarca ülkeyi vesayet altında tutan ve elinde “zor kullanma gücü” bulunduran ve neredeyse rutin aralıklarla bu gücü kullanmaktan çekinmeyen bir kuruma karşı başarılı olmasının altında yatan sebepler de belirsizdir. Türkiye’nin dünyada değişen konjontürle birlikte dönüştüğü ve ordunun demokratikleşerek darbe yapılması ihtimalinin ortadan kalktığı argümanı, bu durum için ileri sürülse de bu argümanın tek başına açıklayıcı olduğunu düşünmek safdillik olur. Zaten bugün yaşananlara böylesi bir at gözlüğü ile bakmak gerçek hikayeyi görmemizi engeller. “Mevcut iktidarın bir başarı sağladığı ya da vice versa TSK’nın yenildiği tartışmasını bir kenara bırakarak alt-yapı ve üst-yapıda yaşanan değişime bakmak.” Aslında bize doğru bakış açısı sağlayacak olan budur.
1- Türkiye’de Alt-Yapısal Değişim: Sömürü Artarak Devam Ediyor…
Tarih derslerinden sıkça anımsadığımız tezler vardır: “Osmanlı Devleti’nin Büyük Güçler tarafından yarı-sömürge haline getirildiği, Duyun-u Umumi’ye ile doğrudan sömürülmeye başlandığı, kapitülasyonların yerli sanayinin kurulmasını ve Osmanlı küçük-burjuvazisinin gelişimini engellediği…vs.” Bu tezlerin doğruluğunun tartışılması bu yazının kapsamını aşmaktadır. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ülkenin geri kalmışlığı ve muasır medeniyetler seviyesine yükselmesi gerektiği en çok gözetilen hedefler olmuştur. Fakat bu hedeflere ulaşmak için gerekli olan sermayedar sınıfın eksikliği en öncelikli problem olmuş, bu problem sermayedar- bürokrat-burjuva sınıfı yaratılarak çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Aslında bu durum Osmanlı’nın son döneminde, özellikle II. Meşrutiyet sonrası dönemde, üst-yapıda yaşanan dönüşümle birlikte okunmalıdır. Zira II. Meşrutiyet’le birlikte Osmanlı paşazadelerine karşı bir avuç baldırı çıplak subayın başlattığı isyan, 1909’dan sonra yavaş ama emin adımlarla yönetimi ele geçirmeye başlamış ve nihayet bu dönüşüm 1913 yılında tamamlanmıştır. Bununla birlikte alt-yapı emperyalistlerin ve güdük komprador burjuvazinin denetimi altında bulunmaktadır. İşte bu açıdan bakıldığında cumhuriyet döneminin yaratmaya çalıştığı burjuvazi aslında Osmanlı’nın son döneminden kalma alt-yapıdaki hegemonya dönüşümünün tamamlanmasından ibarettir.
Cumhuriyet dönemi boyunca bu yerli burjuvazinin en önemli özelliği “milli ve laik” karakteri olmuştur. Bu kriterlere sahip ve cumhuriyetin her döneminde partili[2] olan burjuvazi devlet tarafından her zaman korunmuştur. Çünkü Türkiye’de sermaye her zaman devletin kendisi olmuştur ve devlet de sermayenin kendisi.[3] Yani Marx’ın da söylediği gibi devlet aygıtı,Türkiye’de de egemen sınıfın baskı ve zor aygıtıdır.
Tekrar alt-yapıdaki dönüşüm konusuna geri dönecek olursak, tek partici anlayışının, bürokrat-burjuva sınıfın işini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Tek partili siyasal hayat ve totaliter zihniyet, “milli ekonomi”, “muasır medeniyetlere ulaşmak” söylemlerini kullanarak, söz konusu burjuva sınıfın toplumsal yapıdaki kurumsallaşmasını tamamlamasına yardımcı olmuştur. Bu laik-bürokrat-burjuva sınıf toplumsal yapıdaki hegemonyasını zaman zaman kendisine rakip olarak ortaya çıkan yarı-feodal burjuva sınıfa rağmen askerin varlığı ve desteği ile sürdürmüştür. Fakat bu durum merkez ile çevre arasındaki makasın sürekli açılmasına neden olmuş, gelinen noktada laik-bürokrat burjuva sınıfın karşısına daha güçlü muhafazakar-yarı feodal burjuva sınıfın çıkması ile sonuçlanmıştır. Bu iki sınıf arasındaki mücadele bugün yaşan tüm bu gelişmelere ışık tutacak niteliktedir.
1950’li yıllarda Adnan Menderes Hükümetleri tarafından desteklenen bu rakip burjuva sınıf daha sonra yaşanan askeri müdahaleler ile yara almış fakat daha sonra milliyetçi cephe hükümetleri, 1980 darbesi sonrası Özal’ın neo-liberal politikaları sayesinde yeniden nefes alanı bulmuştur. Zamanla gelişerek feodal niteliğinden belli oranda sıyrılan bu burjuva sınıf, Anadolu Kaplanları olarak adlandırılmış, laik burjuvazi karşısına muhafazakar kimliği ile çıkmıştır.[4] Ekonomik olarak güçlenen bu muhafazakar burjuva sınıf kamusal alanda daha çok öne çıkmaya başlamış, kamusal alanda artan bu görünürlük laik burjuva sınıf açısından tehdit olarak algılanmıştır. Daha önce sadece laik burjuva sınıfa ait olan bazı ritüeller ( işadamlarının sosyalleşme yemekleri, lüks araçları kullanma tekeli…vs. )bugün muhafazakar burjuvazi tarafından tehdit altındadır. Artık başörtülü kadınlar koca koca jipleri kullanmakta, alkollü iş yemeklerine katılmakta ya da alternatif alkolsüz iş yemekleri ile laikleri taklit edebilmektedir.
Laik ve muhafazakar burjuvazi arasında cereyan eden hegemonya savaşının doğal olarak proleter ve emekçi sınıfın sömürüsüne hiçbir olumlu katkısı yoktur. Aksine fillerin tepişmesinde yine çimenler ezilmektedir. Öyle ki  daha fazla kar ve statü elde etmek adına yapılan bu iki burjuva sınıf arasındaki savaşımda, işçi ve emekçi sınıfın hakları hiçe sayılmakta, her geçen gün hakları ellerinden alınmakta aynı zamanda din mefhumu da kullanılarak sömürü devam ettirilmektedir. Ve tüm bunlar ileri demokrasi, ekonomik büyüme ve kalkınma ve işçilerin çalışma şartlarının düzeltilmesi söylemi ile yapılmaktadır. Fakat bir atasözünün de çok isabetli şekilde ifade ettiği gibi “namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmamakta, onlarca işçi maden ocaklarında, tersanelerde, kot taşlama atölyelerinde ölüme mahkum edilmekte, söz konusu bu iş yerlerinin denetimi kar ve yolsuzluk adına görmezden gelinmekte, ekonomimiz büyümektedir. Yani işçi sınıfı iki cami arasında beynamaz kalmaktadır.
2- Üst-Yapıda Değişim: Egemenler Dönüşüyor…
Alt-yapıdaki bu rekabet üst-yapıda, 2002 sonrasında yavaş yavaş egemen gücün dönüşümü olarak yansımaktadır. Türkiye tarihine damgasını vuran ulusalcı-laik seçkinler ve özellikle askeri elit, 2002’den bu yana demokratikleşme söylemi ile hegemonyasını kaybetmekte aynı şekilde mevcut iktidar da kendisini egemen güç olarak dönüştürmekte tabiri caizse ulusalcı-laik elitten boşalan yerleri doldurmaktadır. Küçük burjuva demokratlığı özelliği taşıyan demokratikleşme söylemi, kendine demokrat bir şiar benimsemekte, kendinden olmayana karşı ayrımcı bir tutum takınmaktadır. Bu dönüşümde muhafazakar-burjuva elit, devlet aygıtını, tıpkı kendisinden önceki burjuva sınıfın yaptığı gibi sömürü ve baskı aracı olarak kullanmaktadır.
Gerçek bir demokrasinin en önemli özelliklerinden biri hiçbir vesayet altında bulunmamaktır. Türkiye’de de sivil siyaset söylemi yıllarca söz böylesi bir demokrasi arayışının parolası olmuştur. Lakin realitede bu sivil siyaset söylemi, askeri vesayetin çizdiği alan dışında kalan alanda sivillerin söz söyleme hakkına sahip olması olarak vuku bulmuştur. Bugün küçük-burjuva demokratların övünerek dillendirdikleri gibi sivil siyaset, askeri vesayetin özellikle irtica ile ilgili olarak çizdiği sınırları belirsizleştirmişse de, diğer alanlarda askeri vesayet devam etmektedir. Sivil siyasetten anlaşılan sivillerin ve seçilmişlerin siyaset yapması ise bu siyasetin alanının ve sınırlarının genişlediği aşikardır. Ama aynı şekilde sivil siyasetin bugün toplumun büyük bir kesimine karşı tahakküm aracı ve söylemi olarak işlev gördüğü de aynı derecede aşikardır. Sivil siyaset söylemi çoğunlukçuluk perspektifine hapsedilmiş, ırkçı ayrımlar sivil siyasetin dış çeperini belirleyen kriterler olarak görev görmektedirler. Zira % 49.9 oranında oy aldığını sürekli olarak dillendirerek tüm toplumun temsilcisi olduğunu, çoğunluğun kendisinde olduğunu ileri süren mevcut iktidar sivil siyaseti kendisine içkinleştirmekte, kendisinden olmayanın ya da kendisinin fikrini savunmayanın “sivil siyaset” yapmadığını iddia etmektedir. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, ÖDP’nin seçimlere alınmaması, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu milletvekillerine karşı tutulan tavır, AKP’nin sivil siyaset anlayışını nasıl da kendi tekelinde gördüğünü göstermektedir.
Üst-yapıdaki dönüşüm sadece politik alanda değil aynı şekilde bilim, kültür, sanat alanlarında da dönüşüme neden olmaktadır. Muhafazakar bakış açısı ile heykeller ucubeye benzetilmekte, bilimsel gelişmenin önündeki en büyük engellerden biri olan YÖK’ün varlığı dönüştürülerek devamlılığı sağlanmakta, televizyonlarda dini içerikli programların sayısı artmakta, devlet televizyonundan mezhepsel propaganda yapılmakta kısacası toplumun bilinçsiz sınıflarının sömürüsünün devamlılığını sağlamak adına devlet ve devletin ideolojik tüm aygıtları durdurak bilmeyen bir çalışma içerisinde bulunmaktadır.
Toplumun tüm kesimlerinin maruz kaldığı bu dezenformasyon süreci, sözde solcu, aydın yazarların ( oportünistlerin )yazılarıyla da desteklenmektedir. Demokratikleşme söylemini sıkça kullanan bu yazarlar, kitlelerin uyuşturulması için ellerinden geleni yaparak, oportünistçe, yeni hegemonyanın tesisinde rol almaktadırlar. Lenin, “Devlet ve Devrim” in birinci bölümünde Marx’ın öğretilerinin onun ölümünden sonra egemen güçler tarafından nasıl ikonlaştırılmaya çalışıldığı üzerinde durmakta, böylece devrimci mücadelelerin keskinliklerinin giderilmeye çalışıldığını ileri sürmektedir.[5] Aynı şekilde Türkiye’de de bugün kendini Marksist, sosyalist, devrimci, komünist olarak adlandıran pek çok aydın yazar-çizer böylesi bir oportünist tutum içerisindedir.
Sonuç Yerine: İşçi Sınıfı Ne Yapmalı?
Türkiye’de son yaşanan gelişmeler karşısında işçi sınıfının ne yapması gerektiği sorusu önemli bir hale gelmektedir. Oportünistçe davranarak, yeni egemen sınıfın dönüşümünde yer almak onun çıkarına değildir. Aynı şekilde muhafazakarlaşacağız diye de eski elitlere destek vermek aynı derecede yanlıştır. İşçi sınıfı bugün her zaman olduğundan daha uyanık olmak zorundadır. İşçi sınıfı, Türkiye halklarının özgürlük mücadelesini her zamankinden daha çok benimsemeli ve içselleştirmelidir. Zira mevcut iktidarın demokratikleştirme ve özgürleştirme projeleri muhafazakar ve faşist nitelikleri nedeniyle birer yalandan ibarettir. Kapitalist sistemin sömürü ilişkileri artarak devam etmekte sadece oyuncular ve oyunun bazı küçük kuralları değişmektedir. Eskiden ulusalcılık, laiklik söylemleri ile yürütülen sömürü şimdi din kardeşliği üzerinden yürütülmektedir.
Bugün işçiler, dini bakış açısının kaderciliğine ve cemaat yapılanmalarının özgürlüğü içerisine hapsedilmektedirler. Nitekim yaşanan maden-işçileri ölümlerine dini-kaderci bakış açısı bu durumun tipik örneğidir. Diğer açıdan birey değişen toplumsal ilişkilerde egemen konuma gelmeye başlayan cemaat tipi yapılanmalar içerisinde salt dini özgürlüklere tabi kılınmakta, bireye dini inancını, ki o da Sünni ise, özgürce yaşamasının en büyük erdem ve özgürlük olduğu öğretilmektedir. Bu doktrin ideolojik unsurlarla da desteklenmektedir. İşsizlik oranının böylesine yüksek olduğu bir toplumda cemaatler, işçinin yaşamını idame ettirebilmesi için gerekli olan yardımı bulabileceği bir kurtuluş yolu hem de iş bulmak için gerekli bir kurum olarak sahneye çıkmaktadır.
Diğer yandan toplum, ekonomik büyüme illüzyonu ile uyutulmakta, her ilde devasa projeler yapılacağı televizyonlarda bangır bangır duyurularak ekonomimizin büyüklüğü kitlelerin beyinlerine kazınmaktadır. Bu projeler kapsamında istihdam edilecek insan sayısına vurgu yapılmakta, böylesine geçici işler nihai kurtuluş olarak yoksulların önüne sunulmaktadır. Oysa perde arkasında sömürü tüm hızıyla sürmektedir.
Her ilde açılan ve açılmaya devam eden üniversiteler, eğitim sisteminin ve toplumumuzun gelişmişlik seviyesinin göstergesi olarak sunulmakta, umut tacirliği yapılmaktadır. Üniversitelerdeki eğitimin niteliksizliği bir yana bırakılarak, pek çok öğrencinin umutlarıyla oynanmaktadır. Bin bir umutla bir üniversiteye giren kişi potansiyel olarak işsizliğin kucağına itilmektedir. Zannedildiği gibi her ile üniversite kurmak eğitim ve öğretimi geliştirmek ve toplumsal ihtiyaca cevap vermek adına yapılmamaktadır. Yapılan o ilin kalkınmasını böylesine maske ile gerçekleştirmektedir. Peki bu işten kim karlı çıkmaktadır? Tabiî ki öğrencilerin o ile veya ilçeye gelmesi ile gereksinim duyulan evleri inşa edenler. Yani inşaat sektörünün godomanları…[6]
Böylesine bir ortamda işçi sınıfı kendisine düşen devrimci rolü oynamak için sahneye çıkmalıdır. Bunun içinde öğrenci hareketleriyle, Türkiye halklarının özgürlük mücadelesi veren halklarıyla, insan hakları alanında faaliyet gösteren kurum ve kuruluşlarla birlik olması gerekmektedir. Tabi içerisinde oportünist fraksiyonları eleyerek.
İşçi sınıfı, toplumsal şiddetin arttığı, faşizmin yükselişe geçtiği ve hemen hemen her gün çatışma ve ölüm haberlerinin geldiği bir ortamda barış isteğini daha şiddetli dile getirmeli, bunun için sokaklara dökülmelidir.
İşçi sınıfı son zamanlarda öğrencilere karşı artan polis şiddetine karşı öğrencilerin yanında daha sağlam tutum takınmalı, onlarla birlikte sokağa dökülmelidir.
İşçi sınıfı son dönemlerde artan kadına şiddet ve cinsiyet ayrımcılığı, homofobi gibi erkek egemen histerilere karşı kadınlara, eşcinsellere, lezbiyenlere ve diğer tüm cinsiyet ayrımcılığına uğrayanlara destek vermeli, onlarla sokağa dökülmelidir.
Kısaca tüm işçi sınıfı kapitalizme ve onun uzantılarına karşı savaşta birleşmelidir. İşçi sınıfı bu mücadelede yeniden örgütlenmek zorundadır. Çünkü artık sınıf savaşımı eskisi gibi proletarya ve burjuvazi arasında değildir. Bugün işçi sınıfı tüm özgürlük mücadelesi veren kimliklerle hemhal olmuştur ve vice versa. Yani mücadeleyi artık sadece sınıfsal kimlik üzerinden yürütmek imkansızdır ve samimi değildir. Nitekim Türkiye’de işçi sınıfı ancak özgürlük mücadelesi veren diğer kimliklerle eklemlendiğinin bilincine vardığı zaman devrimci mücadele başarı şansı kazanacaktır.
Türkiye’de böyle bir mücadele birliğinin tohumları Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun varlığı ile pratiğe aktarılma şansı bulmuştur. Yine aynı şekilde çatı partisi girişimleri de bu açıdan sevinç verici gelişmelerdir. Bu olumlu gelişmelerin nihayete erdirilmesi için ise devrimci bilincin daha geniş kesimler tarafından benimsenmesi gereklidir. Ancak böylesi bir bilincin inşa edilmesi, Türkiye’yi ve Türkiye halklarını her türlü vesayetten kurtaracaktır. Ancak o zaman işçi sınıfı hem kendi içindeki hem de burjuvazinin oportünist saldırılarından kurtulabilecektir. Ve ancak o zaman tarihin kendisine biçtiği devrimci rolü oynayabilecektir. İşte gerçek demokratikleşme ve özgürlük o zaman bize şimdiden daha yakın olacaktır.


[1] Albay Dursun Çiçek’in son duruşmasında TSK için kullandığı tabir. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1058529&Date=03.08.2011&CategoryID=77
[2] O dönemde hangi parti iktidardaysa.
[3] Yani cumhuriyetin kurucu unsurları olan Osmanlı asker-bürokrat eliti, aynı zamanda Osmanlı’nın son döneminde paşazade aristokratlara, gayri-müslim burjuvaziye, komprador burjuvaziye ve emperyalist güçlere karşı kendisini ekonomi alanında da kurmaya çalışmıştır. Bu durumun en tipik örneği Osmanlı’nın son döneminde İttihatçıların kurmaya çalıştığı milli sanayi ve bunun cumhuriyet dönemindeki uzantılarıdır. Aynı şekilde cumhuriyet döneminin bürokrat sınıfının devlet aygıtını kullanarak burjuva sınıfına dönüşümü de bu açıdan incelenebilir.
[4] Örnek: TÜSİAD-MÜSİAD ayrımı
[5] V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, 4. Baskı, Eriş Yayınları, 2003, s. 13

[6] Yeni açılan üniversitelerin açıldıkları bölgeye etkileri kuşkusuz bununla sınırlı değildir fakat daha derinlemesine bir analiz bu yazının kapsamı dışındadır.