14 Ekim 2014 Salı

SINIRLAR, TERİTORYA ve AH ŞU BİZİM HAYIN KÜRTLER

Aslında neresinden başlansa insanın elinde kalacak bir yazma girişimi bu, ama bir yerden başlamadan da olmuyor. Hava kurşun gibi ağır, ağır olmasına lakin bunu görecek olan gözler de bir o kadar kör. Aslında mesele Ahmed Arif’in dizelerinde saklı:
Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına… ( Ahmed Arif, Otuzüç Kurşun-4, 115 )

Önder Özden, Ayrıntı derginin 6. Sayısındaki “Yurttaşlığın Kıyısında” başlıklı yazısında teritoryanın üç özelliğinden bahsediyor: 1) Uzama ruhunu veren teritoryadır. 2) Teritorya hayali bir varoluşa sahiptir. 3) Teritoryanın söylemsel ve işlevsel içeriği bulunmaktadır ( Özden, 2014, 39-40 ). İşte birbirlerinden boylarının uzunluğu/kısalığı, esmerliği/sarışınlığı, kaşının gözünün rengi dışında farkı olmayan insanları, birbirlerine düşman eden ve onları farklılaştıran bu söylemsel inşadır. Bu nedenle bu yazı kapsamında üzerinde durmak istediğim konu söz konusu söylemsel inşa sürecine ilişkin.
Yazının devamında Özden, Balibar’ın mesken temelli yurttaşlık anlayışına vurgu yapar. Bu öneri birbirinin dilini, yaşam biçimi ve pratiklerini öğrenen ve kendi dillerinde bunları yeniden üreten bir karşılaşma sürecine tekabül eder ( Özden, 2014, 40 ). Şüphesiz, bu sınırların demokratikleştirilmesi projesi birbirine sınırdaş olanları ele aldığımızda analizlerimiz için görece kolay bir sınıflama imkânı sunar. Peki, resmi olarak aynı teritoryaya bağlı! olduğu savunulanlar için analizlerimizi zorlaştıran unsurlar nelerdir? Bence bu sorudan başlamak için elimizde maalesef güzel! bir örnek var: Türkiye.
Bu ülkede teritoryanın söylemsel inşası için gerekli olan işaretleme tarzının iyi! çalıştığının en aşikar örneği Kobane’de yaşananları bir başka ülkenin sorunu olduğunu savunup, Şam’daki Esad yönetimini devirmeye çalışanların tutarsızlıklarında ve bu tutarsızlığı savunanların ‘psikopatolojik’ davranışlarında görülmektedir. Üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülkenin rahle-i tedrisinden geçenlerin hafızalarına nakşedilen düşman, hain Kürt algısının, Kobane’de yaşananlarla ilgili insancıl empati kurmayı bu kadar kolayca engellemesinin nedeni de bu iyi işleyiştir. Suriye’deki trajedi üçüncü yılını devirirken, Musul konsolosluğundan görevli olanlar IŞİD’in elinde rehine tutulurken, insanların kafaları kesilirken sokaklara dökülmeyenler, akrabaları, kardeşleri Kobane’de katledilirken bu katliama sessiz kalmamak için sokağa çıkanlara karşı derhal vatanlarını savunmaya geçebiliyorlar. Bu durum bize Kürt kimliğinin, Cumhuriyet tarihi boyunca nasıl karikatürize edildiğini gösterir. Bu süreç dalgalı bir seyir izler. Resmi dillerde Malazgirt’ten Kurtuluş Savaşı’na bu ülkeyi kardeşçe birlikte kurduk dense de, resmi bombalar Dersim’de, Ağrı’da ve daha pek çok yerde Devlet ‘BABA’nın işaretle(ye)medikleri üzerine yağmıştır. Baba’nın Yasası’nı kabul edenler iyi Kürtler Scmidtçi anlamda kamusal düşman olarak varolmuşlardır. Yani Türk kimliğinin ötekisi olarak yok edilmesi değil, siyasal olanın inşasında dışlanması gereken olarak. Kötü olanlar ise güçlü devletin güvenlik güçleri tarafından etkisiz hale getirilecek düşmanlardır, hainlerdir.
Teritoryanın söylemsel inşasının bir başka sonucu da işaretlemenin artık gerçek bir uzama ihtiyacının kalmamasıdır. Belirli bir alanı işaretlemenin ötesinde o alanda yaşayanları işaretlemek, uzamın terk edilmesinde dahi kişinin o işareti üzerinde taşıması anlamına gelmektedir. Yani teritorya işaretlenirken aslında kimlikler, bedenler işaretlenir. Bu yolla artık hegemonyadan kaçış nerede olursanız olun zordur. Kaçış için işaretlemenin kırılması gerekir. Tam da bu noktada gözden kaçırılmaması gereken bu işaretlemenin eğitim yoluyla ( özellikle tarih, vatandaşlık bilgisi…gibi ) gündelik hayata içkinleştirilmesi sürecidir. Artık düşmanı sürekli takip edecek güvenlik makinesine gerek yoktur. “Vatanına” karşı sorumlu vatandaşlar artık makinedir. O, içeride hainleri, dışarıda düşmanlarını gözünden tanır, ülkesini nasıl koruması gerektiğinin bilincindedir. Bu herkesin herkesi denetleyebildiği bir denetim sisteminden ziyade herkesin bir başkasını kendi mahkemesinde yargılayıp, infaz edebilme yetkisine ve özgürlüğüne sahip olduğu, bir kere kurulduktan sonra sarmal bir şekilde kendisini besleyen ve kendisinden beslenen linç sistemidir. O yüzden facebookta, twitterda ya da her hangi bir sosyal paylaşım ağında IŞİD’in reklamını yapan, insanlara yaptığı acıları paylaşıp altına “ne kadar iyi yapıyorsunuz, elinize sağlık” diye yazanlar vicdan azabı çekmezler. Bu onların özgürlüğüdür!
Her ne kadar linç sistemi sadece AKP politikalarının ürünü olmasa da bugün sistemi besleyen faktörlerden en önemlisi ülkeyi yönetenlerin Osmanlıcılık ve ecdadcılık adı altında maskelediği irredantist politikaların gözleri kör eden Asr-ı Saadet rüyasıdır. Asr-ı Saadet döneminde masum, mert Ecdad’ı binbir türlü hile ve hainlikle zapturapt altına alanlara karşı, yeni Osmanlıcılık, Anka kuşu misali küllerinden doğuşun adıdır ve önüne koyulan her engel aşılmalıdır. İşte gözleri kör eden de bu rüyadır. Çünkü önemli olan engelleri aşmak olarak lanse edildiğinde aşmanın nasılı hakkında düşünmek teferruattır.  “Yeni Türkiye” yolunu çizmiş, Ruhunu ve Yanılmaz Liderini bulmuştur.[1]
İşte bu yüzden Türkiye aynada kendisine bakmalı ve Kobane’nin aslında kendisi olduğunu görmelidir. O düşerse, Türkiye düşer. En çok da benim kafamı kesmiyorlar ya diyenler, o bıçağın altına girmeden aynaya bakma cesaretini göstermelidir. İşaretlenenlerin işaretlerini kırmalarında en büyük iş işaretleyenlere düşüyor: Eğer hala kardeşiz, kız alıp vermişiz, etle tırnak gibiyiz demek istiyorsa… Yoksa ismi hep hayın olarak kalacak Kürd’ün.
·         Ahmed Arif, “Otuzüç Kurşun”, Hasretinden Prangalar Eskittim, Sekizinci Basım, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s. 115.
·         Önder Özden, “Yurttaşlığın Kıyısında”, Ayrıntı Dergi, Sayı 6, Eylül/Ekim 2014, s. 35 - 41.



[1] Ülkenin ruhunu ve liderini bulduğuna dair bir örnek: http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/AliNurKutlu/beyaz-turklere-mektup/51448

8 Nisan 2014 Salı

Victor Hugo ve Tanrı İnsanlar

Victor Hugo, Bir İdam Mahkumunun Son Günü adlı eserine yazdığı önsözde idam cezasına neden karşı durulması gerektiğini, aslında cezanın daha sonraki suçlar açısından caydırıcı olmadığı, kişiyi idama götüren suçların bireysel olmaktan ziyade toplumsal olduğu, kişinin kendisini idama götüren süreci lanetli bir kader olarak çocukluğundan itibaren yaşadığı, savcıların ‘süslü’ iddianamelerini hazırlarken ve idam cezasının infazı sırasında kurbanın hayatına hiç dahil olmadığı ve anlamaya çalışmadığı, çoğu zaman sadece kendi egosunu tatmin ettiği, meydanlarda infazın birer eğlenceye dönüştüğü gibi pek çok farklı açıdan ele almıştır. Hugo’yu, Guillotin’in Fransa’daki varlığını ortadan kaldırma mücadelesine yönelten umut, gerekçelerinin rasyonelliği ve bu girişimin insanların vicdanlarına hitap ettiğini düşünmesidir.  Bununla birlikte kendisi de bu romantik girişiminin başarılı olacağını konusunda şüphelidir. Nitekim girişteki mizansende yer alan kişiler birbirleriyle ‘Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’ hakkında konuşurlar, bu kitabın bir deli saçması, aşağılık bir metin olduğunu söylerler. Hugo’nun kendisi bu mücadelenin sonucunu göremese de bugün torunlarının Fransa’sında idam cezası kaldırılmıştır. Fakat aradan geçen neredeyse üç yüzyıla rağmen idam cezası pek çok ülkede güncelliğini korumaktadır. Bu sonuçlardan Fransa’nın idam cezasını uygulayan ülkelerden daha demokratik olduğu sonucu türetilemez elbette. Zaten bu yazının amacı da bu sonuçlar üzerine düşünmek yerine idam cezasının güncelliği üzerine naçizane bir iki söz söylemektir. 
İlk olarak ‘İdam cezası adaleti sağlar mı?’ sorusundan hareket etmek gerekmektedir. Devlet, idam mekanizmasını işlettiğinde, başkasının hakkını gasp ettiğini iddia ettiği kişinin yaşam hakkını, hakkı gasp edilen kişi ve kamu adına gasp eder. Yani hakkı gasp edilen kişinin ve kamunun intikamı devlet eliyle alınır. Nietzscheci bir perspektiften bakarsak ‘idam’, ‘hınç’ın ( ressentiment ) dolayısıyla ‘köle ahlakı’nın cisimleşmiş halidir. Bu yaklaşım adaleti intikamla eşitler ki, bu eşitliğin kendisi adil bir düzenden ziyade bir intikam düzenini ortaya çıkarır. Bu düzende devlet ise ancak ‘intikam alanların en güçlüsü’ olarak tanımlanabilir. Devletin en güçlü intikam alıcısı olarak tanımlanması insanlar arasındaki güç ilişkilerinin kurumsallaşma mücadelesinin somutlaşmasıdır. Artık devlet en güçlünün/güçlülerin elinde bir iktidar aygıtı, adil olan ise onun/onların hoyratlığı olur. Bu hoyratlık, rıza üretimi ve gönüllü kullukla büyür ve tüm yaşamı sarar, hakikatin kendisi olur.
İşte bu yüzden adalet, yasalarda yer alan sözcüklerden daha ötesidir. Yasaların ontolojik “– dır”, “– dir”leri vardır. Oysa adalet daha çok ‘etik’e dâhildir. İnsanlar arasındaki ilişkide aranmalıdır ve ancak orada bulunabilir. Levinas’ın ‘yüz’ olarak karşıladığı ilişkisellik. Eğer yasalar ( ister seküler ister teolojik olsun )  ve mahkeme kararlarıyla adalet aranıyorsa adalet bu dünyanın işi değildir. Bu yüzden adalete/adil olana dair sorgulamalarımıza, şikâyet ve yakınmalarımıza ‘etik’ arayışımızı temellendirmeliyiz.
Diğer yandan idam cezasının meşruiyeti tartışmalarında adaletin intikamla eşitlenmesi, insanın yeryüzünde Tanrı rolüne soyunduğunun en bariz göstergesidir. Her ne kadar intikam bir kurum olarak devlet eliyle kamu adına alınıyor olsa da, yasaları çıkaran, kararı veren, cellat, kurban ve idamı bir seyir nesnesi olarak izleyenler insanların taa kendisidir. Bu yüzden bir başkasının yaşam hakkına müdahale hakkının bir başkasında olduğu bir düzende insanın soyunduğu rol Tanrı olmak, oynadığı oyun Tanrıcılıktır. Herkesin Tanrı olduğu bir düzende adalet yoktur, güç ve tahakküm ilişkileri vardır.

Son olarak idam cezasının sadece suçlu bulunan kişinin hayatına son verilmesi olarak düşünülmemesi gerekir. Yeryüzünün pek çok bölgesinde idam edilen ve edilecek olanların yanı sıra haksızlığa uğradığı için, düzeni sorguladığı için, siyasi düşünceleri yüzünden ve daha nice sebepten işkence gören yaşam hakları ellerinden alınmamış olsa da özgürlükleri ellerinden alınan ‘intikam’ mağdurları var. Bugün idam cezasına dikkatimizi çeken ne Mısır’da idam cezasına çarptırılan kişilerin sayıları ne Kuzey Kore’de liderin hoyratlığı olmalıdır. İdam cezasının meşruiyetini savunan görüşler var oldukça ne Mısır’da ne Kuzey Kore’de ne de yeryüzünün bir başka bölgesinde intikam ortadan kalkmayacaktır. İntikam, Mısır’da Sisi’nin, Kuzey Kore’de Kim Cong-ın’in, Türkiye’de Ethem’in, Berkin’in, Ahmet’in, Abdullah’ın ve diğerlerinin katillerinin korunmasında cisimleşir. İnsana, Tanrı olmadığını hatırlatmanın vakti gelmedi mi?... 

6 Nisan 2014 Pazar

'Kurban' Oidipus ve Bizim Lanetimiz



Yunan mitolojisinin en bilinen efsanelerinden bir tanesi Oidipus’un lanetidir. Sophokles, muhteşem tragedyası ‘Kral Oidipus’ta bu efsaneyi ele almıştır. Oidipus Thebai kralı Laios ve İokaste’nin oğlu olarak dünyaya gelir. Oidipus’un,  babasını öldüreceği ve annesi ile evleneceği kehaneti üzerine ayaklarından ve ellerinde bağlanarak ormanda ölüme terk edilmesi emredilir fakat çoban bu emri yerine getiremez, Oidipus, Korinthoslu bir çoban tarafından çocukları olmayan Korinthos kralı Polybos ve karısı Merope’e verilir. Yıllarını Korinthos’te geçiren Oidipus, kendi hakkındaki kehanetten haberdar olur ve bu kehanetin gerçekleşmesini önlemek için Korinthos’u terk eder. Yolda aslında öz babası olan Kral Laios ve yanındakilerle karşılaşır fakat kavga çıkar ve Oidipus, Laios ve yanındakileri öldürür. Böylece kehanetlerden ilki gerçeklemiş olur. Bu sıralarda Thebai halkı, kendilerine musallat olan dev kanatlı canavardan muzdariptir. Canavardan kurtulmanın tek yolu sorduğu bilmeceye doğru cevap vermektir. Laios’un ölümü üzerine İokaste’nin kardeşi Kreon, Thebai halkını bu canavardan kurtaracak kişiye Thebai tahtını vaat eder. Canavarın bilmecesine doğru cevap veren Oidipus, Thebai Kralı olur ve aslında öz annesi olan İokaste ile evlenir. Böylece diğer kehanet de gerçekleşmiş olur. Aradan zaman geçer ve Thebai halkı vebanın pençesine düşer, çare aramak için başvurulan kahin, Thebai halkı arasında yer alan birisinin lanetli olduğunu ve onun Thebai’den sürülmesi gerektiğini söyler. Bu kehanetten sonra Oidipus, bu lanetli kişiyi bulmak için çabalar ve neticede bu kişinin kendisi olduğunu öğrenir ve kendini kör ederek Thebai’i terk eder.[i]
Efsanede kehanetlerden kaçmaya çalıştıkça aslında kehanetleri gerçekleştirmeye daha çok yaklaşıldığı ve insanın kaderinden kaçamadığı işlenir. Peki, gerçekten insan kaderini değiştiremez mi? Laios, İokaste ve Oidipus bu ‘zorunlu laneti’ yaşamak zorundalar mı? Bu sorulara cevap aramaktan ziyade onları kaderimiz diye adlandırdığımız hatalarımızı sorgulamak için başlangıç olarak görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu bağlamda ilk sorgulamamız gereken kahinler ve kehanetlerinin iktidarıdır. Laios ve İokaste, kehanetin büyüsüne kapılmayıp, Oidipus’u ölüme terk etmeseler acaba kehanet gerçekleşir miydi? Bu soru kahinin iktidar ilişkilerindeki pozisyonunun sorgulanmasını gerektirir ve bizi Foucault’nun bilgi-iktidar ilişkisine götürür. Kahin hakikati dile getirendir, sorgulanamaz. O, bilgi sahibi dolayısıyla iktidar sahibidir. Bilgi ve İktidar, Janus’un iki yüzüdür. Bizim kader diye algıladığımız şey aslında bilgi, hakikat, gerçeklik olarak kodlananları tekelinde tutan hakim paradigmalara olan sadakatimizdir.
Bu epistemolojik sorgulamanın yanı sıra yukarıdaki sorunun bir de etik sorgulama boyutu vardır. Acaba lanet, Oidipus doğduğunda onunla birlikte mi ortaya çıkmıştır yoksa laneti Laios ve İokaste mi başlatmıştır? Kendi çocuğunu, kahinin sözlerinden ve kendi ikballerinden değersiz gören bakış lanetli değil midir? Etik olanın, hakim söylemlerle ve tahakküm ilişkileri çerçevesinde baskılandığı bir kadercilik, politik olanın güç ilişkilerinde mevzi kazanmak olarak algılandığı, politiğin etikle ilişkisinin görmezden gelindiği, insan hayatının nesneleştirildiği bir düzenden ötesini tahayyül etmeyi imkansızlaştırır.
Efsanede Oidipus, gerçeği öğrenmek için araştırmasını sonuna kadar sürdürme kararlılığındadır. Thebai’nin lanetli biri yüzünden veba salgınına yakalandığını söyleyen kahin ise onun bu işin peşini bırakması gerektiğini salık vermektedir. Aynı şekilde İokaste de kafasındaki şüpheler berraklaştıkça Oidipus’u bu araştırmanın peşini bırakması konusunda ikna etmeye çalışır:
OİDİPUS
Olmaz, ortada böyle deliller varken, kimin oğlu olduğum gizli kalamaz.
İOKASTE
Yaşamak istiyorsan, tanrılar hakkı için vazgeç bu araştırmadan! Çektiklerim bana yeter.
OİDİPUS
Korkma, üç kuşak öncesinde köle kanından olduğum anlaşılsa bile, bir şey kaybetmezsin haysiyetinden!
İOKASTE
Yalvarırım beni dinle, öğrenmeye kalkma bunu!
OİDİPUS
Hiçbir şey vazgeçiremez beni bundan, gerçeği öğreneceğim.”[ii]  
Oidipus, Thebai halkını canavarın elinden kurtarmış bir kahramandır. Ama aynı zamanda babasını öldürmüş ve annesi ile evlenmiş bir ‘lanetli’dir. Hem kahin hem Kraliçe İokaste bu gerçeğin ortaya çıkmaması için yalvarmaktadırlar ama Oidipus onları dinlemez ve kendi felaketine doğru yürür. Tam da burada biraz durup düşünmek gerek. Acaba gerçek lanetli Oidipus mudur yoksa babası Laios ve hem annesi hem karısı Kraliçe İokaste midir? Oidipus bu efsanede bir kurbandır esas lanetliler Kral Laios ve Kraliçe İokaste’dir. Kahine inanıp, kehanetten kaçmak adına kendi oğullarını öldürmeye çalışanlar. Onun tarafından öldürülenler. Onunla evlenenler. En kötüsü de gerçeği öğrendikten sonra bile bu gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyenler.
Bugün kader olarak adlandırdığımız, bilgi ve iktidar ilişkiselliği içinde iktidar odaklarının tahakkümlerinin devamlılığı için ürettiği gerçekliktir. Bu gerçeklik Yunan mitolojisinde kahinin kehanetleriydi bugünse tüm demokratikleşme taleplerinin arkasında karanlık güçlerin olduğunu bağıranların söylemleridir. Medyaya telefon açıp ‘Gerçeği’ inşa edenlerin hoyratlığıdır. Hakikati bilip söylemek istemeyenlerin, söylemeyenlerin çıkarlarıdır. İşte bugünün esas laneti, kader diye sunulan bu söylemlere, hoyratlığa, çıkarlara duyulan inanç ve sadakattir. Bir başka açıdan bugün politik olanın etikle ilişkisi, politikanın güç ilişkileri çerçevesinde tanımlanması, etik olanın dışlanması ve baskılanması nedeniyle silinmeye yüz tutmuştur. Sonuç en kabataslak yaklaşımla insanın nesneleşmesi ve yabancılaşmadır. Bu Yunan mitolojisinde Oidipus’un ormana terk edilmesiydi bugünse çocukların, ülkenin bölünmez bütünlüğü ve istikrar adına, başlarına gelen ‘cisimlerle’ öldürülmesidir. Evladını kaybeden annelerin meydanlarda yuhalatılmasıdır. Küçücük çocukların ‘terörist’ ilan edilmesidir. Dün İokaste ve kahinin ortaya çıkmasını istemediği gerçek, bugün iktidarların halklarından sakladıkları gerçekler. Bakanlık odalarında hayatlarımız hakkında hoyratça kararlar alabilenlerin sakladıkları gerçekler. Ve daha nice gerçek olarak bize sunulan yalanlar. En kötüsü bu hercümerç içinde kendi gerçekliklerimizi bu yalanlar üzerine inşa etmekte sakınca görmememiz...
İşte bizim lanetimiz. Ya Oidipus gibi kurban olduğumuzun farkına varacağız ve kör olmak pahasına hakikati araştıracağız ya da İokaste ve kahinin sözünü dinleyecek başkalarının lanetini kaderimiz diye yaşayacağız. Seçim bizim…
Hasan Turgut




[i] Sophokles, Kral Oidipus, çev. Bedrettin Tuncel, III. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Mayıs 2013.
[ii] A.g.e., s.40.

19 Ocak 2014 Pazar

FİLLER, HÜDHÜDLER, KARINCALAR VE 19 OCAK


                Yaşar Kemal, “Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca”da[1] gücüne güvenen Filler Sultanının, karıncalara açtığı savaşı anlatır. Filler Sultanı, fil ordusuna karınca ülkesine saldırmaları için emir verir ve filler o devasa cüsseleriyle karıncalar ülkesini yerle bir ederler. Filler Sultanı, aman dileyen karıncaları bir tek şartla affeder. Karıncalar, fillere saldırdıklarını kabul edecekler ve özür mahiyetinde de Filler Sultanına o zamana kadar yapılmamış devasa bir saray yapmayı kabul edeceklerdir. Filler Sultanının bu isteklerine bir tek demirci olan Kırmızı Sakallı Topal Karınca karşı çıkar ve Filler Sultanının huzurundan kaçar. Diğer karıncalar ise çaresiz Filler Sultanının isteklerini yerine getirmek için durmaksızın çalışarak, onun istediği sarayı yaparlar. Fakat istekleri bitmeyen Filler Sultanı bu saray bittikten sonra da karıncalara emirler vermeye devam eder. Tek farkla ki artık karıncaları korkutmaktan ziyade aldatma yolunu tercih eder ve karıncaların, fillerin ataları olduğu eğer çok çalışırlarsa fil olabileceklerine onları ikna eder. Bu sefer de karıncalar fil olabilmek adına canlarını dişlerine takmışlardır. Bunun yanında Kırmızı Sakallı Topal Karınca ise çekildiği dağda direnişini sürdürmekte ve gün geçtikçe çoğalmaktadır. Kırmızı Sakallı Topal Karıncanın varlığı, Filler Sultanını o kadar tedirgin etmektedir ki, onun ölüsünü dahi ele geçirmek için hüdhüd kuşlarıyla, sarı karıncalarla işbirliği yapmaktadır. Hikayenin sonunda kendilerinin fil olmadığını anlayan ve Filler Sultanına karşı kırmızı sakallı topal Karıncanın yanında yer alan karıncalar Filler Sultanı ve ordusunun ayakları altındaki toprağı oyarak onları tuzağa düşürmüş ve özgürlüklerini kazanmışlardır.
                Yaşar Kemal’in bu güzel romanını uzun uzun özetlememin nedeni aslında içinde bulunduğumuz toplumu en güzel betimleyen eserlerden olmasıdır. Başımızda sürekli bizim kim olduğumuza, kim olmamız gerektiğine karar verme yetkisini kendisinde görenler var. Kim olduğumuzu, ne olmak istediğimizi soran yok. Onların istediği kadar Atatürkçü olmalıyız, onların istediği kadar vatansever olmalıyız, onların istediği kadar dindar olmalıyız. Onlar Filler Sultanı biz karıncalar. En kötüsü de Filler Sultanlarının sözlerine inanmaya devam etmemiz. Kendimizi hikayedeki gibi fillerin ataları sanıyoruz. Aslında olmadığımızı bal gibi biliyoruz. Ama fil olmak istiyoruz. Daha da içler acısı olan tam da bu. Fil olmayı biz de başkalarını ezebilelim diye istiyoruz. Yolsuzluğa, hırsızlığa, arsızlığa ses çıkarmamamız bu yüzden.
                “Daha da kötü”ler bu kadarla da bitmiyor. Bundan rahatsız olanları da yuhluyoruz, kızıyoruz, öldürüyoruz. Sonra da vah vah deyip üzülüyor ayaklarına yatıyoruz. Buraları babamızın bahçesi bellemişiz, hırsız, katil bizden diye dokundurtmuyoruz, biri canımızı yaktığında yorganları yakıyoruz. Bugün 19 Ocak. 7 yıl önce, bu düzenden rahatsız olan birini daha katletti, kendisini bu bahçenin sahibi sananlar. O günden bu yana vah vah demekten başka bir şey yapmıyorlar. Çokkültürlülük şöyle güzel, Anadolumuz böyle zengin, hepimiz kardeşiz diyorlar da “Faşizme İnat Kardeşimsin Hrant” diyemiyorlar. Diyemezler zaten. Dilleri dönmez. Gramerleri yetmez. Akılları almaz. Hikayedeki gibi Filler Sultanı karıncaların meziyetlerinden övgüyle bahsediyor ama iş bu övgülerin somut karşılığına gelince Filler Sultanı kızıyor, köpürüyor: Hiç karıncalar Fil olabilir mi?. Bu memlekette olan bundan ibaret. Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Ermenisi, Rumu, Yahudisi, Süryanisi ve daha niceleri ancak Filler Sultanlarına ve onların yalanlarına hizmet ettikleri sürece makbuller. Bu ülkede hepiniz filsiniz yalanına inanmış o kadar çok karınca varken, kırmızı sakallı topal karıncaların hala sesini duyuramazken umutsuzluğa düşmek kolay. En güzeliyse zor yola girmek, kırmızı sakallı topal karınca olup fillerin ayaklarının altını oymak.
                Siz bakmayın son zamanlarda fillerle hüdhüdler arasındaki kavgaya. Hüdhüdler de fil olmak istiyor o kadar. Fillerle hüdhüdlere göre karıncalar aynı karınca. Hüdhüdlerin karıncalara sevecen görünmesi bundan. Unutmayın hüdhüdlerdi filler sultanını, karıncalar ülkesini yerle yeksan etmesi için fiştekleyen.



[1] Yaşar Kemal ( 2011 ), “Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca”, 10.Baskı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.