8 Nisan 2014 Salı

Victor Hugo ve Tanrı İnsanlar

Victor Hugo, Bir İdam Mahkumunun Son Günü adlı eserine yazdığı önsözde idam cezasına neden karşı durulması gerektiğini, aslında cezanın daha sonraki suçlar açısından caydırıcı olmadığı, kişiyi idama götüren suçların bireysel olmaktan ziyade toplumsal olduğu, kişinin kendisini idama götüren süreci lanetli bir kader olarak çocukluğundan itibaren yaşadığı, savcıların ‘süslü’ iddianamelerini hazırlarken ve idam cezasının infazı sırasında kurbanın hayatına hiç dahil olmadığı ve anlamaya çalışmadığı, çoğu zaman sadece kendi egosunu tatmin ettiği, meydanlarda infazın birer eğlenceye dönüştüğü gibi pek çok farklı açıdan ele almıştır. Hugo’yu, Guillotin’in Fransa’daki varlığını ortadan kaldırma mücadelesine yönelten umut, gerekçelerinin rasyonelliği ve bu girişimin insanların vicdanlarına hitap ettiğini düşünmesidir.  Bununla birlikte kendisi de bu romantik girişiminin başarılı olacağını konusunda şüphelidir. Nitekim girişteki mizansende yer alan kişiler birbirleriyle ‘Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’ hakkında konuşurlar, bu kitabın bir deli saçması, aşağılık bir metin olduğunu söylerler. Hugo’nun kendisi bu mücadelenin sonucunu göremese de bugün torunlarının Fransa’sında idam cezası kaldırılmıştır. Fakat aradan geçen neredeyse üç yüzyıla rağmen idam cezası pek çok ülkede güncelliğini korumaktadır. Bu sonuçlardan Fransa’nın idam cezasını uygulayan ülkelerden daha demokratik olduğu sonucu türetilemez elbette. Zaten bu yazının amacı da bu sonuçlar üzerine düşünmek yerine idam cezasının güncelliği üzerine naçizane bir iki söz söylemektir. 
İlk olarak ‘İdam cezası adaleti sağlar mı?’ sorusundan hareket etmek gerekmektedir. Devlet, idam mekanizmasını işlettiğinde, başkasının hakkını gasp ettiğini iddia ettiği kişinin yaşam hakkını, hakkı gasp edilen kişi ve kamu adına gasp eder. Yani hakkı gasp edilen kişinin ve kamunun intikamı devlet eliyle alınır. Nietzscheci bir perspektiften bakarsak ‘idam’, ‘hınç’ın ( ressentiment ) dolayısıyla ‘köle ahlakı’nın cisimleşmiş halidir. Bu yaklaşım adaleti intikamla eşitler ki, bu eşitliğin kendisi adil bir düzenden ziyade bir intikam düzenini ortaya çıkarır. Bu düzende devlet ise ancak ‘intikam alanların en güçlüsü’ olarak tanımlanabilir. Devletin en güçlü intikam alıcısı olarak tanımlanması insanlar arasındaki güç ilişkilerinin kurumsallaşma mücadelesinin somutlaşmasıdır. Artık devlet en güçlünün/güçlülerin elinde bir iktidar aygıtı, adil olan ise onun/onların hoyratlığı olur. Bu hoyratlık, rıza üretimi ve gönüllü kullukla büyür ve tüm yaşamı sarar, hakikatin kendisi olur.
İşte bu yüzden adalet, yasalarda yer alan sözcüklerden daha ötesidir. Yasaların ontolojik “– dır”, “– dir”leri vardır. Oysa adalet daha çok ‘etik’e dâhildir. İnsanlar arasındaki ilişkide aranmalıdır ve ancak orada bulunabilir. Levinas’ın ‘yüz’ olarak karşıladığı ilişkisellik. Eğer yasalar ( ister seküler ister teolojik olsun )  ve mahkeme kararlarıyla adalet aranıyorsa adalet bu dünyanın işi değildir. Bu yüzden adalete/adil olana dair sorgulamalarımıza, şikâyet ve yakınmalarımıza ‘etik’ arayışımızı temellendirmeliyiz.
Diğer yandan idam cezasının meşruiyeti tartışmalarında adaletin intikamla eşitlenmesi, insanın yeryüzünde Tanrı rolüne soyunduğunun en bariz göstergesidir. Her ne kadar intikam bir kurum olarak devlet eliyle kamu adına alınıyor olsa da, yasaları çıkaran, kararı veren, cellat, kurban ve idamı bir seyir nesnesi olarak izleyenler insanların taa kendisidir. Bu yüzden bir başkasının yaşam hakkına müdahale hakkının bir başkasında olduğu bir düzende insanın soyunduğu rol Tanrı olmak, oynadığı oyun Tanrıcılıktır. Herkesin Tanrı olduğu bir düzende adalet yoktur, güç ve tahakküm ilişkileri vardır.

Son olarak idam cezasının sadece suçlu bulunan kişinin hayatına son verilmesi olarak düşünülmemesi gerekir. Yeryüzünün pek çok bölgesinde idam edilen ve edilecek olanların yanı sıra haksızlığa uğradığı için, düzeni sorguladığı için, siyasi düşünceleri yüzünden ve daha nice sebepten işkence gören yaşam hakları ellerinden alınmamış olsa da özgürlükleri ellerinden alınan ‘intikam’ mağdurları var. Bugün idam cezasına dikkatimizi çeken ne Mısır’da idam cezasına çarptırılan kişilerin sayıları ne Kuzey Kore’de liderin hoyratlığı olmalıdır. İdam cezasının meşruiyetini savunan görüşler var oldukça ne Mısır’da ne Kuzey Kore’de ne de yeryüzünün bir başka bölgesinde intikam ortadan kalkmayacaktır. İntikam, Mısır’da Sisi’nin, Kuzey Kore’de Kim Cong-ın’in, Türkiye’de Ethem’in, Berkin’in, Ahmet’in, Abdullah’ın ve diğerlerinin katillerinin korunmasında cisimleşir. İnsana, Tanrı olmadığını hatırlatmanın vakti gelmedi mi?... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder