14 Ekim 2014 Salı

SINIRLAR, TERİTORYA ve AH ŞU BİZİM HAYIN KÜRTLER

Aslında neresinden başlansa insanın elinde kalacak bir yazma girişimi bu, ama bir yerden başlamadan da olmuyor. Hava kurşun gibi ağır, ağır olmasına lakin bunu görecek olan gözler de bir o kadar kör. Aslında mesele Ahmed Arif’in dizelerinde saklı:
Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına… ( Ahmed Arif, Otuzüç Kurşun-4, 115 )

Önder Özden, Ayrıntı derginin 6. Sayısındaki “Yurttaşlığın Kıyısında” başlıklı yazısında teritoryanın üç özelliğinden bahsediyor: 1) Uzama ruhunu veren teritoryadır. 2) Teritorya hayali bir varoluşa sahiptir. 3) Teritoryanın söylemsel ve işlevsel içeriği bulunmaktadır ( Özden, 2014, 39-40 ). İşte birbirlerinden boylarının uzunluğu/kısalığı, esmerliği/sarışınlığı, kaşının gözünün rengi dışında farkı olmayan insanları, birbirlerine düşman eden ve onları farklılaştıran bu söylemsel inşadır. Bu nedenle bu yazı kapsamında üzerinde durmak istediğim konu söz konusu söylemsel inşa sürecine ilişkin.
Yazının devamında Özden, Balibar’ın mesken temelli yurttaşlık anlayışına vurgu yapar. Bu öneri birbirinin dilini, yaşam biçimi ve pratiklerini öğrenen ve kendi dillerinde bunları yeniden üreten bir karşılaşma sürecine tekabül eder ( Özden, 2014, 40 ). Şüphesiz, bu sınırların demokratikleştirilmesi projesi birbirine sınırdaş olanları ele aldığımızda analizlerimiz için görece kolay bir sınıflama imkânı sunar. Peki, resmi olarak aynı teritoryaya bağlı! olduğu savunulanlar için analizlerimizi zorlaştıran unsurlar nelerdir? Bence bu sorudan başlamak için elimizde maalesef güzel! bir örnek var: Türkiye.
Bu ülkede teritoryanın söylemsel inşası için gerekli olan işaretleme tarzının iyi! çalıştığının en aşikar örneği Kobane’de yaşananları bir başka ülkenin sorunu olduğunu savunup, Şam’daki Esad yönetimini devirmeye çalışanların tutarsızlıklarında ve bu tutarsızlığı savunanların ‘psikopatolojik’ davranışlarında görülmektedir. Üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülkenin rahle-i tedrisinden geçenlerin hafızalarına nakşedilen düşman, hain Kürt algısının, Kobane’de yaşananlarla ilgili insancıl empati kurmayı bu kadar kolayca engellemesinin nedeni de bu iyi işleyiştir. Suriye’deki trajedi üçüncü yılını devirirken, Musul konsolosluğundan görevli olanlar IŞİD’in elinde rehine tutulurken, insanların kafaları kesilirken sokaklara dökülmeyenler, akrabaları, kardeşleri Kobane’de katledilirken bu katliama sessiz kalmamak için sokağa çıkanlara karşı derhal vatanlarını savunmaya geçebiliyorlar. Bu durum bize Kürt kimliğinin, Cumhuriyet tarihi boyunca nasıl karikatürize edildiğini gösterir. Bu süreç dalgalı bir seyir izler. Resmi dillerde Malazgirt’ten Kurtuluş Savaşı’na bu ülkeyi kardeşçe birlikte kurduk dense de, resmi bombalar Dersim’de, Ağrı’da ve daha pek çok yerde Devlet ‘BABA’nın işaretle(ye)medikleri üzerine yağmıştır. Baba’nın Yasası’nı kabul edenler iyi Kürtler Scmidtçi anlamda kamusal düşman olarak varolmuşlardır. Yani Türk kimliğinin ötekisi olarak yok edilmesi değil, siyasal olanın inşasında dışlanması gereken olarak. Kötü olanlar ise güçlü devletin güvenlik güçleri tarafından etkisiz hale getirilecek düşmanlardır, hainlerdir.
Teritoryanın söylemsel inşasının bir başka sonucu da işaretlemenin artık gerçek bir uzama ihtiyacının kalmamasıdır. Belirli bir alanı işaretlemenin ötesinde o alanda yaşayanları işaretlemek, uzamın terk edilmesinde dahi kişinin o işareti üzerinde taşıması anlamına gelmektedir. Yani teritorya işaretlenirken aslında kimlikler, bedenler işaretlenir. Bu yolla artık hegemonyadan kaçış nerede olursanız olun zordur. Kaçış için işaretlemenin kırılması gerekir. Tam da bu noktada gözden kaçırılmaması gereken bu işaretlemenin eğitim yoluyla ( özellikle tarih, vatandaşlık bilgisi…gibi ) gündelik hayata içkinleştirilmesi sürecidir. Artık düşmanı sürekli takip edecek güvenlik makinesine gerek yoktur. “Vatanına” karşı sorumlu vatandaşlar artık makinedir. O, içeride hainleri, dışarıda düşmanlarını gözünden tanır, ülkesini nasıl koruması gerektiğinin bilincindedir. Bu herkesin herkesi denetleyebildiği bir denetim sisteminden ziyade herkesin bir başkasını kendi mahkemesinde yargılayıp, infaz edebilme yetkisine ve özgürlüğüne sahip olduğu, bir kere kurulduktan sonra sarmal bir şekilde kendisini besleyen ve kendisinden beslenen linç sistemidir. O yüzden facebookta, twitterda ya da her hangi bir sosyal paylaşım ağında IŞİD’in reklamını yapan, insanlara yaptığı acıları paylaşıp altına “ne kadar iyi yapıyorsunuz, elinize sağlık” diye yazanlar vicdan azabı çekmezler. Bu onların özgürlüğüdür!
Her ne kadar linç sistemi sadece AKP politikalarının ürünü olmasa da bugün sistemi besleyen faktörlerden en önemlisi ülkeyi yönetenlerin Osmanlıcılık ve ecdadcılık adı altında maskelediği irredantist politikaların gözleri kör eden Asr-ı Saadet rüyasıdır. Asr-ı Saadet döneminde masum, mert Ecdad’ı binbir türlü hile ve hainlikle zapturapt altına alanlara karşı, yeni Osmanlıcılık, Anka kuşu misali küllerinden doğuşun adıdır ve önüne koyulan her engel aşılmalıdır. İşte gözleri kör eden de bu rüyadır. Çünkü önemli olan engelleri aşmak olarak lanse edildiğinde aşmanın nasılı hakkında düşünmek teferruattır.  “Yeni Türkiye” yolunu çizmiş, Ruhunu ve Yanılmaz Liderini bulmuştur.[1]
İşte bu yüzden Türkiye aynada kendisine bakmalı ve Kobane’nin aslında kendisi olduğunu görmelidir. O düşerse, Türkiye düşer. En çok da benim kafamı kesmiyorlar ya diyenler, o bıçağın altına girmeden aynaya bakma cesaretini göstermelidir. İşaretlenenlerin işaretlerini kırmalarında en büyük iş işaretleyenlere düşüyor: Eğer hala kardeşiz, kız alıp vermişiz, etle tırnak gibiyiz demek istiyorsa… Yoksa ismi hep hayın olarak kalacak Kürd’ün.
·         Ahmed Arif, “Otuzüç Kurşun”, Hasretinden Prangalar Eskittim, Sekizinci Basım, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s. 115.
·         Önder Özden, “Yurttaşlığın Kıyısında”, Ayrıntı Dergi, Sayı 6, Eylül/Ekim 2014, s. 35 - 41.



[1] Ülkenin ruhunu ve liderini bulduğuna dair bir örnek: http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/AliNurKutlu/beyaz-turklere-mektup/51448

8 Nisan 2014 Salı

Victor Hugo ve Tanrı İnsanlar

Victor Hugo, Bir İdam Mahkumunun Son Günü adlı eserine yazdığı önsözde idam cezasına neden karşı durulması gerektiğini, aslında cezanın daha sonraki suçlar açısından caydırıcı olmadığı, kişiyi idama götüren suçların bireysel olmaktan ziyade toplumsal olduğu, kişinin kendisini idama götüren süreci lanetli bir kader olarak çocukluğundan itibaren yaşadığı, savcıların ‘süslü’ iddianamelerini hazırlarken ve idam cezasının infazı sırasında kurbanın hayatına hiç dahil olmadığı ve anlamaya çalışmadığı, çoğu zaman sadece kendi egosunu tatmin ettiği, meydanlarda infazın birer eğlenceye dönüştüğü gibi pek çok farklı açıdan ele almıştır. Hugo’yu, Guillotin’in Fransa’daki varlığını ortadan kaldırma mücadelesine yönelten umut, gerekçelerinin rasyonelliği ve bu girişimin insanların vicdanlarına hitap ettiğini düşünmesidir.  Bununla birlikte kendisi de bu romantik girişiminin başarılı olacağını konusunda şüphelidir. Nitekim girişteki mizansende yer alan kişiler birbirleriyle ‘Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’ hakkında konuşurlar, bu kitabın bir deli saçması, aşağılık bir metin olduğunu söylerler. Hugo’nun kendisi bu mücadelenin sonucunu göremese de bugün torunlarının Fransa’sında idam cezası kaldırılmıştır. Fakat aradan geçen neredeyse üç yüzyıla rağmen idam cezası pek çok ülkede güncelliğini korumaktadır. Bu sonuçlardan Fransa’nın idam cezasını uygulayan ülkelerden daha demokratik olduğu sonucu türetilemez elbette. Zaten bu yazının amacı da bu sonuçlar üzerine düşünmek yerine idam cezasının güncelliği üzerine naçizane bir iki söz söylemektir. 
İlk olarak ‘İdam cezası adaleti sağlar mı?’ sorusundan hareket etmek gerekmektedir. Devlet, idam mekanizmasını işlettiğinde, başkasının hakkını gasp ettiğini iddia ettiği kişinin yaşam hakkını, hakkı gasp edilen kişi ve kamu adına gasp eder. Yani hakkı gasp edilen kişinin ve kamunun intikamı devlet eliyle alınır. Nietzscheci bir perspektiften bakarsak ‘idam’, ‘hınç’ın ( ressentiment ) dolayısıyla ‘köle ahlakı’nın cisimleşmiş halidir. Bu yaklaşım adaleti intikamla eşitler ki, bu eşitliğin kendisi adil bir düzenden ziyade bir intikam düzenini ortaya çıkarır. Bu düzende devlet ise ancak ‘intikam alanların en güçlüsü’ olarak tanımlanabilir. Devletin en güçlü intikam alıcısı olarak tanımlanması insanlar arasındaki güç ilişkilerinin kurumsallaşma mücadelesinin somutlaşmasıdır. Artık devlet en güçlünün/güçlülerin elinde bir iktidar aygıtı, adil olan ise onun/onların hoyratlığı olur. Bu hoyratlık, rıza üretimi ve gönüllü kullukla büyür ve tüm yaşamı sarar, hakikatin kendisi olur.
İşte bu yüzden adalet, yasalarda yer alan sözcüklerden daha ötesidir. Yasaların ontolojik “– dır”, “– dir”leri vardır. Oysa adalet daha çok ‘etik’e dâhildir. İnsanlar arasındaki ilişkide aranmalıdır ve ancak orada bulunabilir. Levinas’ın ‘yüz’ olarak karşıladığı ilişkisellik. Eğer yasalar ( ister seküler ister teolojik olsun )  ve mahkeme kararlarıyla adalet aranıyorsa adalet bu dünyanın işi değildir. Bu yüzden adalete/adil olana dair sorgulamalarımıza, şikâyet ve yakınmalarımıza ‘etik’ arayışımızı temellendirmeliyiz.
Diğer yandan idam cezasının meşruiyeti tartışmalarında adaletin intikamla eşitlenmesi, insanın yeryüzünde Tanrı rolüne soyunduğunun en bariz göstergesidir. Her ne kadar intikam bir kurum olarak devlet eliyle kamu adına alınıyor olsa da, yasaları çıkaran, kararı veren, cellat, kurban ve idamı bir seyir nesnesi olarak izleyenler insanların taa kendisidir. Bu yüzden bir başkasının yaşam hakkına müdahale hakkının bir başkasında olduğu bir düzende insanın soyunduğu rol Tanrı olmak, oynadığı oyun Tanrıcılıktır. Herkesin Tanrı olduğu bir düzende adalet yoktur, güç ve tahakküm ilişkileri vardır.

Son olarak idam cezasının sadece suçlu bulunan kişinin hayatına son verilmesi olarak düşünülmemesi gerekir. Yeryüzünün pek çok bölgesinde idam edilen ve edilecek olanların yanı sıra haksızlığa uğradığı için, düzeni sorguladığı için, siyasi düşünceleri yüzünden ve daha nice sebepten işkence gören yaşam hakları ellerinden alınmamış olsa da özgürlükleri ellerinden alınan ‘intikam’ mağdurları var. Bugün idam cezasına dikkatimizi çeken ne Mısır’da idam cezasına çarptırılan kişilerin sayıları ne Kuzey Kore’de liderin hoyratlığı olmalıdır. İdam cezasının meşruiyetini savunan görüşler var oldukça ne Mısır’da ne Kuzey Kore’de ne de yeryüzünün bir başka bölgesinde intikam ortadan kalkmayacaktır. İntikam, Mısır’da Sisi’nin, Kuzey Kore’de Kim Cong-ın’in, Türkiye’de Ethem’in, Berkin’in, Ahmet’in, Abdullah’ın ve diğerlerinin katillerinin korunmasında cisimleşir. İnsana, Tanrı olmadığını hatırlatmanın vakti gelmedi mi?... 

6 Nisan 2014 Pazar

'Kurban' Oidipus ve Bizim Lanetimiz



Yunan mitolojisinin en bilinen efsanelerinden bir tanesi Oidipus’un lanetidir. Sophokles, muhteşem tragedyası ‘Kral Oidipus’ta bu efsaneyi ele almıştır. Oidipus Thebai kralı Laios ve İokaste’nin oğlu olarak dünyaya gelir. Oidipus’un,  babasını öldüreceği ve annesi ile evleneceği kehaneti üzerine ayaklarından ve ellerinde bağlanarak ormanda ölüme terk edilmesi emredilir fakat çoban bu emri yerine getiremez, Oidipus, Korinthoslu bir çoban tarafından çocukları olmayan Korinthos kralı Polybos ve karısı Merope’e verilir. Yıllarını Korinthos’te geçiren Oidipus, kendi hakkındaki kehanetten haberdar olur ve bu kehanetin gerçekleşmesini önlemek için Korinthos’u terk eder. Yolda aslında öz babası olan Kral Laios ve yanındakilerle karşılaşır fakat kavga çıkar ve Oidipus, Laios ve yanındakileri öldürür. Böylece kehanetlerden ilki gerçeklemiş olur. Bu sıralarda Thebai halkı, kendilerine musallat olan dev kanatlı canavardan muzdariptir. Canavardan kurtulmanın tek yolu sorduğu bilmeceye doğru cevap vermektir. Laios’un ölümü üzerine İokaste’nin kardeşi Kreon, Thebai halkını bu canavardan kurtaracak kişiye Thebai tahtını vaat eder. Canavarın bilmecesine doğru cevap veren Oidipus, Thebai Kralı olur ve aslında öz annesi olan İokaste ile evlenir. Böylece diğer kehanet de gerçekleşmiş olur. Aradan zaman geçer ve Thebai halkı vebanın pençesine düşer, çare aramak için başvurulan kahin, Thebai halkı arasında yer alan birisinin lanetli olduğunu ve onun Thebai’den sürülmesi gerektiğini söyler. Bu kehanetten sonra Oidipus, bu lanetli kişiyi bulmak için çabalar ve neticede bu kişinin kendisi olduğunu öğrenir ve kendini kör ederek Thebai’i terk eder.[i]
Efsanede kehanetlerden kaçmaya çalıştıkça aslında kehanetleri gerçekleştirmeye daha çok yaklaşıldığı ve insanın kaderinden kaçamadığı işlenir. Peki, gerçekten insan kaderini değiştiremez mi? Laios, İokaste ve Oidipus bu ‘zorunlu laneti’ yaşamak zorundalar mı? Bu sorulara cevap aramaktan ziyade onları kaderimiz diye adlandırdığımız hatalarımızı sorgulamak için başlangıç olarak görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu bağlamda ilk sorgulamamız gereken kahinler ve kehanetlerinin iktidarıdır. Laios ve İokaste, kehanetin büyüsüne kapılmayıp, Oidipus’u ölüme terk etmeseler acaba kehanet gerçekleşir miydi? Bu soru kahinin iktidar ilişkilerindeki pozisyonunun sorgulanmasını gerektirir ve bizi Foucault’nun bilgi-iktidar ilişkisine götürür. Kahin hakikati dile getirendir, sorgulanamaz. O, bilgi sahibi dolayısıyla iktidar sahibidir. Bilgi ve İktidar, Janus’un iki yüzüdür. Bizim kader diye algıladığımız şey aslında bilgi, hakikat, gerçeklik olarak kodlananları tekelinde tutan hakim paradigmalara olan sadakatimizdir.
Bu epistemolojik sorgulamanın yanı sıra yukarıdaki sorunun bir de etik sorgulama boyutu vardır. Acaba lanet, Oidipus doğduğunda onunla birlikte mi ortaya çıkmıştır yoksa laneti Laios ve İokaste mi başlatmıştır? Kendi çocuğunu, kahinin sözlerinden ve kendi ikballerinden değersiz gören bakış lanetli değil midir? Etik olanın, hakim söylemlerle ve tahakküm ilişkileri çerçevesinde baskılandığı bir kadercilik, politik olanın güç ilişkilerinde mevzi kazanmak olarak algılandığı, politiğin etikle ilişkisinin görmezden gelindiği, insan hayatının nesneleştirildiği bir düzenden ötesini tahayyül etmeyi imkansızlaştırır.
Efsanede Oidipus, gerçeği öğrenmek için araştırmasını sonuna kadar sürdürme kararlılığındadır. Thebai’nin lanetli biri yüzünden veba salgınına yakalandığını söyleyen kahin ise onun bu işin peşini bırakması gerektiğini salık vermektedir. Aynı şekilde İokaste de kafasındaki şüpheler berraklaştıkça Oidipus’u bu araştırmanın peşini bırakması konusunda ikna etmeye çalışır:
OİDİPUS
Olmaz, ortada böyle deliller varken, kimin oğlu olduğum gizli kalamaz.
İOKASTE
Yaşamak istiyorsan, tanrılar hakkı için vazgeç bu araştırmadan! Çektiklerim bana yeter.
OİDİPUS
Korkma, üç kuşak öncesinde köle kanından olduğum anlaşılsa bile, bir şey kaybetmezsin haysiyetinden!
İOKASTE
Yalvarırım beni dinle, öğrenmeye kalkma bunu!
OİDİPUS
Hiçbir şey vazgeçiremez beni bundan, gerçeği öğreneceğim.”[ii]  
Oidipus, Thebai halkını canavarın elinden kurtarmış bir kahramandır. Ama aynı zamanda babasını öldürmüş ve annesi ile evlenmiş bir ‘lanetli’dir. Hem kahin hem Kraliçe İokaste bu gerçeğin ortaya çıkmaması için yalvarmaktadırlar ama Oidipus onları dinlemez ve kendi felaketine doğru yürür. Tam da burada biraz durup düşünmek gerek. Acaba gerçek lanetli Oidipus mudur yoksa babası Laios ve hem annesi hem karısı Kraliçe İokaste midir? Oidipus bu efsanede bir kurbandır esas lanetliler Kral Laios ve Kraliçe İokaste’dir. Kahine inanıp, kehanetten kaçmak adına kendi oğullarını öldürmeye çalışanlar. Onun tarafından öldürülenler. Onunla evlenenler. En kötüsü de gerçeği öğrendikten sonra bile bu gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyenler.
Bugün kader olarak adlandırdığımız, bilgi ve iktidar ilişkiselliği içinde iktidar odaklarının tahakkümlerinin devamlılığı için ürettiği gerçekliktir. Bu gerçeklik Yunan mitolojisinde kahinin kehanetleriydi bugünse tüm demokratikleşme taleplerinin arkasında karanlık güçlerin olduğunu bağıranların söylemleridir. Medyaya telefon açıp ‘Gerçeği’ inşa edenlerin hoyratlığıdır. Hakikati bilip söylemek istemeyenlerin, söylemeyenlerin çıkarlarıdır. İşte bugünün esas laneti, kader diye sunulan bu söylemlere, hoyratlığa, çıkarlara duyulan inanç ve sadakattir. Bir başka açıdan bugün politik olanın etikle ilişkisi, politikanın güç ilişkileri çerçevesinde tanımlanması, etik olanın dışlanması ve baskılanması nedeniyle silinmeye yüz tutmuştur. Sonuç en kabataslak yaklaşımla insanın nesneleşmesi ve yabancılaşmadır. Bu Yunan mitolojisinde Oidipus’un ormana terk edilmesiydi bugünse çocukların, ülkenin bölünmez bütünlüğü ve istikrar adına, başlarına gelen ‘cisimlerle’ öldürülmesidir. Evladını kaybeden annelerin meydanlarda yuhalatılmasıdır. Küçücük çocukların ‘terörist’ ilan edilmesidir. Dün İokaste ve kahinin ortaya çıkmasını istemediği gerçek, bugün iktidarların halklarından sakladıkları gerçekler. Bakanlık odalarında hayatlarımız hakkında hoyratça kararlar alabilenlerin sakladıkları gerçekler. Ve daha nice gerçek olarak bize sunulan yalanlar. En kötüsü bu hercümerç içinde kendi gerçekliklerimizi bu yalanlar üzerine inşa etmekte sakınca görmememiz...
İşte bizim lanetimiz. Ya Oidipus gibi kurban olduğumuzun farkına varacağız ve kör olmak pahasına hakikati araştıracağız ya da İokaste ve kahinin sözünü dinleyecek başkalarının lanetini kaderimiz diye yaşayacağız. Seçim bizim…
Hasan Turgut




[i] Sophokles, Kral Oidipus, çev. Bedrettin Tuncel, III. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Mayıs 2013.
[ii] A.g.e., s.40.

19 Ocak 2014 Pazar

FİLLER, HÜDHÜDLER, KARINCALAR VE 19 OCAK


                Yaşar Kemal, “Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca”da[1] gücüne güvenen Filler Sultanının, karıncalara açtığı savaşı anlatır. Filler Sultanı, fil ordusuna karınca ülkesine saldırmaları için emir verir ve filler o devasa cüsseleriyle karıncalar ülkesini yerle bir ederler. Filler Sultanı, aman dileyen karıncaları bir tek şartla affeder. Karıncalar, fillere saldırdıklarını kabul edecekler ve özür mahiyetinde de Filler Sultanına o zamana kadar yapılmamış devasa bir saray yapmayı kabul edeceklerdir. Filler Sultanının bu isteklerine bir tek demirci olan Kırmızı Sakallı Topal Karınca karşı çıkar ve Filler Sultanının huzurundan kaçar. Diğer karıncalar ise çaresiz Filler Sultanının isteklerini yerine getirmek için durmaksızın çalışarak, onun istediği sarayı yaparlar. Fakat istekleri bitmeyen Filler Sultanı bu saray bittikten sonra da karıncalara emirler vermeye devam eder. Tek farkla ki artık karıncaları korkutmaktan ziyade aldatma yolunu tercih eder ve karıncaların, fillerin ataları olduğu eğer çok çalışırlarsa fil olabileceklerine onları ikna eder. Bu sefer de karıncalar fil olabilmek adına canlarını dişlerine takmışlardır. Bunun yanında Kırmızı Sakallı Topal Karınca ise çekildiği dağda direnişini sürdürmekte ve gün geçtikçe çoğalmaktadır. Kırmızı Sakallı Topal Karıncanın varlığı, Filler Sultanını o kadar tedirgin etmektedir ki, onun ölüsünü dahi ele geçirmek için hüdhüd kuşlarıyla, sarı karıncalarla işbirliği yapmaktadır. Hikayenin sonunda kendilerinin fil olmadığını anlayan ve Filler Sultanına karşı kırmızı sakallı topal Karıncanın yanında yer alan karıncalar Filler Sultanı ve ordusunun ayakları altındaki toprağı oyarak onları tuzağa düşürmüş ve özgürlüklerini kazanmışlardır.
                Yaşar Kemal’in bu güzel romanını uzun uzun özetlememin nedeni aslında içinde bulunduğumuz toplumu en güzel betimleyen eserlerden olmasıdır. Başımızda sürekli bizim kim olduğumuza, kim olmamız gerektiğine karar verme yetkisini kendisinde görenler var. Kim olduğumuzu, ne olmak istediğimizi soran yok. Onların istediği kadar Atatürkçü olmalıyız, onların istediği kadar vatansever olmalıyız, onların istediği kadar dindar olmalıyız. Onlar Filler Sultanı biz karıncalar. En kötüsü de Filler Sultanlarının sözlerine inanmaya devam etmemiz. Kendimizi hikayedeki gibi fillerin ataları sanıyoruz. Aslında olmadığımızı bal gibi biliyoruz. Ama fil olmak istiyoruz. Daha da içler acısı olan tam da bu. Fil olmayı biz de başkalarını ezebilelim diye istiyoruz. Yolsuzluğa, hırsızlığa, arsızlığa ses çıkarmamamız bu yüzden.
                “Daha da kötü”ler bu kadarla da bitmiyor. Bundan rahatsız olanları da yuhluyoruz, kızıyoruz, öldürüyoruz. Sonra da vah vah deyip üzülüyor ayaklarına yatıyoruz. Buraları babamızın bahçesi bellemişiz, hırsız, katil bizden diye dokundurtmuyoruz, biri canımızı yaktığında yorganları yakıyoruz. Bugün 19 Ocak. 7 yıl önce, bu düzenden rahatsız olan birini daha katletti, kendisini bu bahçenin sahibi sananlar. O günden bu yana vah vah demekten başka bir şey yapmıyorlar. Çokkültürlülük şöyle güzel, Anadolumuz böyle zengin, hepimiz kardeşiz diyorlar da “Faşizme İnat Kardeşimsin Hrant” diyemiyorlar. Diyemezler zaten. Dilleri dönmez. Gramerleri yetmez. Akılları almaz. Hikayedeki gibi Filler Sultanı karıncaların meziyetlerinden övgüyle bahsediyor ama iş bu övgülerin somut karşılığına gelince Filler Sultanı kızıyor, köpürüyor: Hiç karıncalar Fil olabilir mi?. Bu memlekette olan bundan ibaret. Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Ermenisi, Rumu, Yahudisi, Süryanisi ve daha niceleri ancak Filler Sultanlarına ve onların yalanlarına hizmet ettikleri sürece makbuller. Bu ülkede hepiniz filsiniz yalanına inanmış o kadar çok karınca varken, kırmızı sakallı topal karıncaların hala sesini duyuramazken umutsuzluğa düşmek kolay. En güzeliyse zor yola girmek, kırmızı sakallı topal karınca olup fillerin ayaklarının altını oymak.
                Siz bakmayın son zamanlarda fillerle hüdhüdler arasındaki kavgaya. Hüdhüdler de fil olmak istiyor o kadar. Fillerle hüdhüdlere göre karıncalar aynı karınca. Hüdhüdlerin karıncalara sevecen görünmesi bundan. Unutmayın hüdhüdlerdi filler sultanını, karıncalar ülkesini yerle yeksan etmesi için fiştekleyen.



[1] Yaşar Kemal ( 2011 ), “Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca”, 10.Baskı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.

6 Aralık 2012 Perşembe


Zeus’tan Kurtulmak ve Muhabbet

Nietzsche’yi okurken göz ardı edemeyeceğimiz en önemli kavram, onun “Tanrı’nın ölümünü” müjdelediği ‘kriz’dir. O, krizi müjdeler çünkü krizin farkında olan insan artık bir kurtarıcı peşinde koşmayacaktır. İnsan artık sonsuz karanlık boşluğa bakacak ama ondan ürpermeyecek, o boşluğun üzerinde nasıl dans edebileceğinin farkına varacaktır. (Megill,2008,s.67) Yani kendi yaratıcı yıkımının farkına varacaktır.
Nietzsche, bunları düşünürken ne insanlara topyekün kurtuluşun yolunu göstermeyi ne de hakikatin nerede olduğunu söylemeyi amaçlamıştır. Fakat biz, bugün Nietzsche’nin kriz kavramı üzerine düşünmek zorundayız. Böyle bir düşünme bize, kuşkusuz içinde bulunduğumuz modernitenin krizinden kurtuluş reçetesi sunmaz fakat yaratıcılığımızın farkına varmamıza, en azından onun üzerine düşünmemize sebep olarak mevcut paradigmanın dışından bakabilmemizi sağlayabilir.
Yunan mitolojisinde Tanrıların atası dişil Toprak Ana Gaia ve eril gökyüzü Uranos’tur. Bu iki ata-Tanrının birleşmesi sonucu Gaia 12 Tanrıya hamile kalır fakat Uranos, çocuklarının dünyaya gelmesini engeller ve Gaia’nın onları doğurmasına mani olur. Acılar içinde çocuklarını karnında taşıyan Gaia, en küçük oğlu olan Kranos’la işbirliği yapar ve Kranos, babası Uranos’un hayalarını keserek, iktidarı onun elinden alır. Fakat daha sonra Kranos’u bekleyen son da tıpkı babası gibi oğlu Zeus tarafından iktidardan edilmektir. İktidarını kaybetmek istemeyen Kranos, çocuklarını doğdukları gibi yutarak onları kendi bedenine hapsetse de, kendisinden habersiz olarak Girit’te doğan oğlu Zeus’un iktidarı ele geçirmesine mani olamaz. Bununla birlikte Tanrılar arasındaki savaşlardan canı çok yanan Gaia, Zeus’u makus kaderi konusunda uyararak baba ve oğul arasındaki iktidar savaşını bitirir. Zeus artık doğacak olan çocuklarını doğmadan önce anneleri ile birlikte yutmakta ve çocuklarını kendi dünyaya getirmektedir.(Gezgin ve diğerleri,2004,s.33-102)
Bugün devlet tam da Zeus’un yaptığı gibi bizleri, doğumu kendisinin gerçekleştirdiğine inandırarak, iktidarını sürdürmeye çalışmaktadır. Bourdieu’nün deyimi ile devlet, farklı sermaye türlerinin ve simgesel sermayenin yoğunlaşma sürecinin son noktasıdır. Bu yoğunlaşma devleti sermaye-ötesi bir konuma yerleştirmekte ve diğer sermaye türleri üzerinde güç kullanma yetkisi ile donatmaktadır.(Bourdieu,2006,s.101) Peki bu yoğunlaşma nasıl oluşmakta? İşte bu soru bizim kendimize soramadığımız sorudur. Çünkü korkarız. Bu soru, aslında cevabı belli olan ama kimsenin sormaya cesaret edemediği sorudur. Sorunun cevabında devleti öldürürüz (tıpkı Nietzsche’nin Tanrı’yı öldürdüğü gibi), devletin katili oluruz hem de bu öylesine bir cinayettir ki bu, aslında kendi çocuğumuzu öldürürüz çünkü onu biz yarattık.
Toplum sözleşmesi kuramcıları, devletin rasion d’etre’sini, doğal yaşama anarşinin hakim olduğu mitosu ile açıklamakta ve insanların bu kaos ortamından kurtulmalarının yolu olarak, özgürlüklerinin bir bölümünü devredecekleri fakat bu sayede güven içinde yaşayacakları bir örgütlenmeyi göstermektedirler. Bir an için toplum sözleşmesinin devletin ortaya çıkmasını sağlayan etken olduğunu düşünelim. Bugün dahi devletin bize özgürlüklerimiz pahasına, güvenlik sağlayabildiğini söyleyebilir miyiz? Bu sorunun cevabı hayırdır. Öyleyse bu sözleşmeyi bozmamız gerekmez mi? Bozmamız gerekiyorsa bunu neden yapamıyoruz?

                                            Boşluğa bakabilmek

Bunu neden yapamadığımız sorusunun cevabını vermek zordur ve tek bir cevabı yoktur. Ama Nietzsche’nin “tanrı öldü” diye müjdelediği ‘kriz’e bakamamak ya da bakmaktan korkmak[1] bu sorunun cevaplarından bir tanesidir.
Oysa boşluktan korkmamamızı sağlayacak şey, devletin her şeye karışmasını ve Zeus rolünü oynamasına imkan vermemekle mümkün olur. Hayatın en ücra köşelerine dahi devlet müdahalesinin sızmasına izin verdikçe, insani olanın kaybolduğunu, ‘muhabbet’in kaybolduğunu görmemiz lazım. Muhabbet’in kaybolması demek insanın yaratıcılığını kaybetmesi demektir. Her şeyin yasalarla belirlendiği bir yerde insanın kendi etik’ini gerçekleştirmesini beklemek yanlış olur. Yasanın olduğu yerde zorunluluk vardır ve zorunluluğun olduğu yerde de gayri-insani bir durum. İnsanın düşünmesine gerek yoktur, inisiyatif almasına gerek yoktur, ahlaki ve etik bir pozisyon edinmesine gerek yoktur, insan sadece kendisinden yasalar neyi bekliyorsa onu gerçekleştirmek zorundadır. Alın size yabancılaşma
‘Muhabbet’in aşınması insanı,  başkasına yabancılaşır. Bu yabancılaşma bizi, Levinas’a göre adaletin olmadığı bir yaşama götürür:
“ …Özgürlüğü keyfi olmaktan çıkaran, zorlaştıran yaptırımın ilkesi ya da kaynağı ben’in kendisinde bulunmadığı içindir ki, Levinas ben’in özerk özgürlüğünün yerine, başkasına karşı adil olan etik öznenin yaderkliğini geçirir…” (Direk,2005,s.145)
Bu, adaleti, özgürlüğe önceleyen bir etik olarak anlaşılmamalıdır. Zira bu “…öncelik iddiası “sonranın önceliği” yapısı içerisinde anlaşılacaktır elbette-ontolojik düzlemde özgürlük adaletin, yasanın olanağının koşuludur ama özgürlük ancak adaletten sonra geliyorsa keyfi olmaktan kurtulur” (Direk,2005,s.145)
Başkasına yönelmeyen, onu görmezden gelip, bencil özgürlüğüne sığınan insanın adaleti araması beklenmez.  Bir diğer açıdan ise, Zeus artık sahneden çekilir. Artık onun bu oyunda bilfiil rol almasına gerek yoktur. İktidarı öyle sağlam temellere oturmuştur ki ona karşı bir isyanın gelişmesini düşünmez. Çünkü yalnız kalan “birey” artık önce Zeus’un iktidarı ile anlaşmak için pazarlık’a girişmektedir. Pazarlık’ın neticesi bellidir. Her halükarda satıcı kar eder. Yoksa satmaz. Zeus’la pazarlıkta da kul’u ancak Zeus’un ona sunduklarından birini alır yoksa cezalandırılır.
Bugün de gündemimizi meşgul eden tartışmalar hep Zeus’un bize bahşettiği sınırlar dahilinde onun istediği yönde şekillendirilen tartışmalardır. RTÜK, The Simpsons çizgi filmine kızmış ve çizgi filmi yayınlayan CNBC-e’ye para cezası vermiştir. Gerekçe olarak, filmde Tanrı’nın ve dinlerin aşağılanması ve bunun çocuklara olumsuz etkisi gösterilmiştir. Yine bir başka tartışma başbakanın Star tv’de yayınlanan “Muhteşem Yüzyıl” dizisine yönelik tutumu ekseninde şekillenmektedir.[2] Televizyonda yayınlanan programların kurgu olduğunun “unutulup”, gerçekleri yansıttığını “düşünmek” ergenlik olarak yorumlanmaktadır.[3] Bununla birlikte bu tartışma etrafında şekillenen görüşlerin, Zeus’un bize verdikleri ile sınırlı olduğunu düşünüyorum. Levinas’ın etik’i ekseninde düşünecek olursak burada diğer’ine/başka’sına yönelen bir duruştan ziyade “böyle olacak” çünkü ben “özgürüm” duruşu var. Kuşkusuz bu duruşu farklı şekillerde yorumlamak mümkünse de ben bu duruşa en uygun sözün asırlar önce söylendiğini düşünüyorum: l’Etat c’est moi
Bu hoyrat söylem, “adalet” ve “özgürlük”ü dikotomik bir yapıya hapsetmektedir. Bu hapislik durumu içinde bulunduğumuz şizofren ruh halinin ana nedenlerinden biridir. Foucault’nun, Bentham’dan alarak geliştirdiği panoptikon kavramsallaştırması tam da bu şizofren duruma işaret etmektedir. Birinin bizi gözetlediği bu hapislik durumunda doğru taraf, bizi bu şizofren ruh halinden çıkaracağına inandığımız taraf, ya “adalet” ya “özgürlük” olmak zorundadır. Yani Zeus’un bize çizdiği sınırlar dahilindeyizdir.
Peki, bu dikotomik yapıyı nasıl aşabiliriz? Bunun için sorulması gereken sorular, “Devletin sahibi günümüzde kim?”, “Bizi gözetleyen kim?” gibi sorular mıdır? Karatani, bunun için etik ve ekonomik-politik bir senteze ihtiyacımızın olduğunu, komünizm idealine Kant’dan ödünç aldığı “düzenleyici akıl” kavramsallaştırması ile yaklaşmamız gerektiğini söylerken böyle bir çaba içerisindedir.[4]
Gelin burada Zeus’un hikayesini bitirelim. Zeus’un ilk eşi, akıl, hile ve kurnazlık Tanrıçası olan Metis’tir ve Metis bir deniz Tanrıçası olduğu için her kılığa girebilme yeteneğine sahiptir. Zeus ile girdiği bir tartışma sonrasında kılıktan kılığa giren Metis’e Zeus, bir su damlası olamayacağını söyleyerek onu kışkırtır. Bunun üzerine su damlası olan Metis, Zeus’un onu yutması ile birlikte Zeus’un midesine bir güzel iniverir. Daha sonra Zeus ve Metis’in kızları olan savaşçı Tanrıça Athena, Zeus’un kafasından dünyaya gelir.(Gezgin ve diğerleri,2004,s.93)
Biz Metis gibi oldukça, Zeus’un midesinde kalmaya devam ederiz. İşte bu yüzden modernitenin dayattığı dikotomik düşünmelerin sınırlarını yıkmamız, farklı pencerelerden farklı hayatlardan bakmamız lazım. Fakat bu post-modernizm naralarıyla kutlanmamalıdır. Nasıl bir biyo-politika üretilmek istenmekte onu görmemiz ve göstermemiz lazım, nasıl yabancılaştığımızı en önemlisi de. Bunun içinde muhabbeti yeniden düşünmeliyiz. Onu yeniden inşa etmeliyiz. Zeus’tan uzak, tıpkı onun babasından uzakta, ondan habersiz doğması gibi. Biz de ‘muhabbet’imizi “baba”mızdan uzakta, ondan habersiz doğurmalıyız. Ona müdahale etmesine izin vermemeliyiz. Nietzsche’yi tekrar düşünmek, bize karanlıktan ve boşluktan korkmamayı öğütlediği noktada gereklidir. İnsani olanı muhabbetle yeniden inşa edebildiğimizde bu karanlık üzerinde dans etme yeteneğine de kavuşacağız. Bunun içinde acilen ‘ötekinin yüzü’ne bakarak inşa edeceğimiz muhabbet’e ihtiyacımız var.

Kaynakça

Bourdieu, Pierre, Pratik Nedenler, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul, Hil Yayınları, 2006
Direk, Zeynep, Başkalık Deneyimi: Kıta Avrupası Felsefesi Üzerine Denemeler, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005
Gezgin, İsmail ve diğerleri, Mitoloji( Mythos ve Logos): Hayatımıza Yön Veren Söylenceler, İstanbul, Güncel Yayıncılık, 2004
Megill, Allan, Aşırılığın Peygamberleri, Ankara, Ayraç Yayınevi, 2008



[1] Burada “bakamamak ya da bakmaktan korkmak” olarak ele aldığım cümle insanların bunu bir strateji olarak benimsediği görüşünü dışlamamaktadır. Bana göre bu strateji, bir kaçıştır. Kriz’den kaçış.
[2] Burada şunu belirtmenin yerinde olduğunu düşünüyorum: bu tartışmaları gündemi saptırma olarak ele almak sığ ve indirgemeci bir tutum olur. Şüphesiz bu tartışmaların çıkış nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Fakat tek neden değildir. Bu tartışmalar kültürel hegemonya oluşturma çabalarının popüler kültürdeki izdüşümleridir diye düşünmekteyim. Zira daha önce bu tarz bir tartışma şehir tiyatrolarının genel sanat yönetmenin belediye tarafından atanması ve akabinde gelişen tiyatroların özelleştirilmesi konusunda da yaşanmıştır.
[3] Bu konuyla ilgili bir röportaj için bakınız: http://www.bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/142632-tv-ile-ergen-iliskisi-kuruyoruz, Erişim tarihi: 07.12.2012
[4] Kojin Karatani’nin görüşleri için Transkritik (Kant ve Marx Üzerine) - çev. Erkal Ünal, İstanbul, Metis Yayınları, 2008 - kitabına ve Cogito dergisinin Turist: Modern Çağın Seyyahı? Başlıklı 59. sayısına bakılabilir. 

5 Ekim 2011 Çarşamba

Ilıcak ve Gülerce'giller

4 Ekim’de Birgün gazetesinin internet sitesinde Nusret Senem’in “Fethullah ve Susurluk” kitabında yer alan Nazlı Ilıcak ve Hüseyin Gülerce’nin Susurluk kazası sonrasında kazada ölen kişilere ve bu kişilerle birlikte bugün Ergenekon olarak adlandırılan derin devlet adına cinayetler işlemiş kişilere yönelik methedici yazılarından alıntılara yer verilerek, bugün demokrasi kalemşörlüğü! yapan bu iki gazetecinin gerçek güzleri ortaya konmuştur.[1]
Aslında gönül ister ki ne böylesi bir habere ne de böylesi bir kitaba gerek olsun. Ama insan hafızası zayıf. Hele Türkiye’de hem birey olarak tek tek hepimizin hafızası hem de toplumsal hafızamız zayıf. Peki bugün bu kişilerin demokrasi kalemşörleri olarak karşımıza çıkması ve hatta dün övdükleri kişileri bugün yerden yere vurmaları sadece Türkiye toplumunun toplumsal hafızasının zayıf olmasından mı kaynaklanmaktadır? Tabi ki hayır.
Öncelikle bu konuda Türkiye’de Kürtlerin hafızasının zayıf olmadığını belirtmek gerekmektedir. Zira Kürt halkı ne bu kalemşörlerin yazılarında geçen şahısları ne de onları öven bu demokrasi sevdalılarını unutmamıştır ve unutmayacaktır. Nasıl unutsun ki onca acıdan sonra. Bu çerçevede Kürt halkının hafızasının Türk halkının hafızasından daha kuvvetli olduğunu bunun sebebinin de çekilen acılar olduğunu söyleyebiliriz.
O halde neden Türk halkı bu ikiyüzlülüğü unutmaktadır? Birinci sebep elbette yukarıda zikrettiğimiz durumun Türk halkının toplumsal bilincinde olmamasıdır. İkincisi ve bence en önemlisi Mathiensen’in “synopticon” adını verdiği bir gözetim ağında kitlesel medyanın rolüdür. Kürt Ulusal hareketinin başlangıcından bu yana Türk halkı için devletin biçtiği rol, Sırrı Süreyya Önder’in yerinde tanımlamasıyla Kürt halkına düşman olmak olmuş[2] ve bu süreçte devletin Türk halkına biçtiği bu rol medya tarafından da desteklenmiş ve Türk halkına empoze edilmiştir.
Tekrar Mathiensen’e dönecek olursak, o “panopticon” yerine “synopticon”dan bahsederken medyanın rolüne özel bir önem verir ve medyaya dışarıdan görüşlerini açıklamak için girişlerine izin verilenlerin, müsaadeye mazhar olanların, toplum içindeki yerlerini dikkatlerimize sunar. Türkiye’de de müsaadeye mazhar olan Ilıcakgiller ve Gülercegiller ailesinden çok entelektüel var. Ha neden o dönemde böyle konuşan bu dönemde aksini iddia eden bu insanlar hala yazıp çizebiliyorlar derseniz onun da cevabı var. Birincisi bu familyaya dahil olanların karakter özellikleridir.
İkincisi ise ki bu daha geniş bir yelpazeden bakmamızı gerektiren bir durumdur, AKP yönetimleri ile değişenin sadece egemenler olduğu zihniyetin ise yerli yerinde durduğudur. Bu bağlamda Ergenekon, Balyoz soruşturmaları ve demokratikleşme söylemleri ile sadece egemenlerin yer değiştirdiği ve AKP ve çevresinin kendisine yer edindiğini düşünebiliriz. Buradan Ergenekon ve Balyoz gibi oluşumların küçümsendiği anlamı çıkmamalıdır. Elbette ki bu davalar Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde önemli adımlardır. Bununla birlikte esas mesele AKP’nin bu süreçte ne kadar samimi olduğudur. Nihayetinde 12 Eylül’ün darbecileri hala zevki sefa içinde yaşarlarken, Hopa’da polis devrimci bir öğretmeni katlederken ve hakkını arayan herkesi fotoğraflarla fişleyerek AKP’ye karşı olmayı “terörist” olmakla bir tutarken[3], başbakan bir genç kıza sokak ortasında işkence eden polislere sinirleneceği yerde genç kıza hakaret ederken, KCK adı altında meclise gelip yemin etmesini istediğin bir partinin Kürt siyasetçileri tek tek tutuklanırken, parasız eğitim isteye gençler 1,5 yıldır cezaevinde tutulurken, AKP’nin demokrasi uğruna savaş verdiği söylenemez. Böyle bir demokrasi olsa olsa kendine demokrasi olur.[4] Böyle bir demokraside de Ilıcak’ların, Gülerce’lerin  yerleri her zaman hazırdır.
Bugün gelinen noktada Türk halkı alışkanlıklarından sıyrılmakta zorluk çekmektedir. Yıllarca Kürde düşman olarak yetiştirilen Türk halkı için şimdi yıllardır inandığı bu yalanı inkar etmek zor gelmektedir. Kandırıldığını görmek istememekte onunla yüzleşmekten korkmaktadır. ( Tabi Türk halkının bu gerçeklerle yüzleşmesini sağlayacak siyasetin yokluğu/olanın da cılızlığı bir kenarda tutulmalıdır. ) Türk halkı aynı siyasetin farklı maskelerle daha da demokratikleşeceği yalanına bile bile kendini inandırmaktan daha fazlasını yapmalıdır. Bugün eskiye nazaran Kürt halkının inkar edilemediği söyleniyor ve bir karşılaştırma yaparsak bu söylem doğrudur da ama meseleye Türk halkının çoğunluğu açısından bakarsak evet Kürt artık inkar edilmiyor ama Kürt halkının varlığı aynı derecede içselleştirilemiyor. Neticede Türk halkı Kürt siyasal hareketini anlayamıyor anlamlandıramıyor. En basit örnekle Kürt çocuklarının polise taş atmasını “taş atan çocuklar”, “kandırılmış çocuklar”, “eğitimsizlik” kısır döngüsünde ele alıp, Kürt siyasi hareketinde siyasetin toplumsallaştığını, toplumsalın siyasallaştığını göremiyor. Yani hep aynı at gözlüğü ile bakıyor.
En başa dönecek olursak Türk halkını bu körlüğe mahkum edenler bugün için dünün ve bugünün demokrasi savaşçılarıdır. Onlar hep aynılar değişen yüzler değişmeyen kin, nefret, düşmanlık söylemleri. Bu nedenle Ilıcak’ları, Gülerce’leri iyice takip etmeliyiz çünkü onların yazılarında bugünün kahramanlarını yarının hainlerini, katillerini bulabiliriz. Hepsi bu kadar.



[4] Burada küçük bir parantez açmakta fayda var. Başbakanın yargı ile ilgili olan süreçlere dair açıklamaları “yargının bağımsız olduğuna” dair klasik görüşlerden öteye gitmemektedir. Deniz feneri soruşturmasında yaşanan gelişmeler ortada dururken, son referandumla birlikte HSYK’nın durumu ortada iken Başbakanın çıkıp “yargının bağımsızlığından” bahsetmesi abesle iştigal eder. Kaldı ki tüm bunların dışında yargının bağımsız olması durumu bizdeki gibi kayırmacılığın ve nepotizmin hakim olduğu memleketlerde hiçbir anlam ifade etmez. Siz gerçekten yargıya müdahalede bulunmasanız bile yargı bir ucuyla size bağlı olduğu için sizin gittiğiniz yoldan gidecektir.Çünkü Adalet Bakanlığı diye bir kurum var. Aksi durumda davranan bir hakimin bir savcının durumunu düşünebiliyor musunuz? Vay o kişinin haline…  

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Barışı Savunmak Gerek

Savaş tamtamları çalmaya başladığında her zaman ilk kurşun barışa sıkılır. Maalesef bugün olan tam da budur. Kimse o zaman barışın sesini duymak istemez. İşine gelmez çünkü. Savaşın kelimelerini kullanmak daha kolaydır hem ayrıca savaş tamtamları çalmaya başladığında savaşın dilini konuşmayı bilirsen prestij sahibi, karizmatik bir kahraman rolüne hemencecik bürünebilirsin. Zaten toplum da senden bu dilini konuşmanı bekler ve sen eğer olurda o dilde konuşmayı reddedersen vay haline…



Bugünlerde gazeteleri karıştırırsanız ya da kanaat önderi olarak görülen kişilerin söylemlerine, yazılarına bakarsanız çoğunluğunun son ölümlerle birlikte milliyetçi retoriği ne kadar kolay kullanabildiğini gözlemleyebilirsiniz. Kuşkusuz barış yanlısı bir insan için her ölüm en derinlerde hissedilmesi gereken acı bir duygudur. Ama insan ayırmadan, 30 yıldır süren bir savaşta taraf ayırmadan, her biri bu ülkede doğan, büyüyen ve siyaset kurumunun basiretsizliği ve beceriksizliği nedeniyle daha gerçekten ne uğrunda öldüğünü bilmeden ölen her insanın acısını eşit paylaşabilmektir esas mesele. Oysa aydın olarak adlandırılan bu insanlara baktığımızda onların ölümlerin acısını ayırt ettiğini görürüz. Ölümün acısını kategorize etmeye çalışan bir mantalitenin barıştan bahsedebilmesi imkansızdır. Çünkü onda insana karşı nefret vardır. Kendinden olmaya karşı nefret vardır.



Gramsci, aydınlar ve halk arasında organik ve duygusal bir bağın gerekliliği üzerinde durmaktadır. Ona göre aydınların yığınlar ile organik bir bağa sahip olması yığınların mevcut entelektüel-moral değerlerinin devamlılığının sağlanmasından ziyade bu entelektüel-moral unsurun gelişmesine katkı sağlamak için gereklidir. Neticede ancak böylesi entelektüel-moral bloğun varlığı tarih-politika yapmayı mümkün kılacak unsurlardan biridir.



Gramsci’nin bu analizini aklımızın bir kenarında tutarak ilerleyelim. Çok bilindik bir tanımlama olarak aydınların halk ve üst sınıflar arasında entelektüel-moral bir köprü görevi gördüğü söylenebilir. Bu çerçevede Gramscigil bir yaklaşımla aydınların yığınların entelektüel-moral değerlerini bu görev vasıtası ile geliştirmesi beklenebilir. Oysa bugün yaşadığımız durum bunun tam tersidir. Aydın sıfatını taşıyanlar ki bunlara sözde aydınlar diyebiliriz, bu gelişim için çaba harcamamakla birlikte iktidarın sözcülüğünü yapmakta hatta en doğru tabirle iktidarın propaganda uzuvları olarak faaliyet göstermektedirler. Bu durumu oportünizm ile adlandırmak pekala mümkündür. Fakat daha derinlerde ahlaki ve moral bir çöküntünün varlığı da yadsınamaz.



Bir başka açıdan Gramsci, aydın ve yığınlar arasında organik bağın mevcudiyetini temsil ilişkileri açısından da önemli görür. Gerçekten de halk ve aydınlar arasında duygusal bağın varlığı aydınların halkın görüşlerini temsil etmesinde en öncelikli etmenlerdendir. Aksi halde aydınların görüşleri kendi içinde burjuva nitelikli entelektüel laf ebeliğinden başka bir şeyi ifade etmez. Halkın gerçeklikleri ve duyguları aydınların kalemlerine yansımaz, yansıyamaz. Peki bu açıdan bakıldığında bugün bu sözde aydınların kaleme aldıkları ile sokaklara dökülen insanların kullandıkları söylemler aynı olduğuna göre bu aydınlar sınıfı halkın gerçeklerini dile getirmiyor mu? Bu sorunun cevabı hayırdır. Çünkü aslında bugün bu sözde aydınların yaptığı ateşi körüklemekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Gazetelerde daha önce 90’lı yılların yerilen uygulamaları bugün övülmektedir. Hükümetin politikaları bugün eskiye nazaran şeffafmış o yüzden 90’lı yıllardaki OHAL’in 2011 versiyonu, 90’lı yılların karanlık uygulamalarından farklıymış. Bir bakan geçenlerde televizyon kanalında terörle mücadelede yeni stratejiyi bu cümlelerle savunurken bazı sözde aydınlar bu sözleri yazılarında söylemlerinde onaylamaktadır. Bence bu konuda söz söylemekten ziyade dönüp 90’lı yılların gazetelerine bakmakta fayda var. 90’lı yılların koalisyon hükümetleri de aynı derecede şeffaf değiller miydi? Bence kendilerince onlarda şeffaftı. İsteyen o dönemki siyasetçilerin ve aydınların sözlerine yazılarına bakabilir.



Maalesef Türkiye’de aydınlar ve halk arasında her daim bir kopukluk olmuştur. Cumhuriyetin kuruluş döneminden bu yana halk eğitimsiz, geri kalmış olarak nitelendirilerek merkezden uzaklaştırılmıştır. Aydınlar ise merkezdeki yerlerinde halk adına işkembe-i kübradan atıp tutmuşlardır. AKP iktidarı ile periferideki halkın merkeze yaklaştığı kabilinden çözümlemeler ise bir aldatmacadan ibarettir. Gerçekte periferideki halk, merkezde kendisini temsil eden bir ideolojinin, siyasetin varlığına inandırılmaktadır. Sözde aydınlar da egemenin dönüşümünde her zamanki oportünist rollerini oynamaktadırlar.



Halk barış istemektedir. Artık herkes sıkıldı bu kirli savaştan. Ama sesi çıkmıyor çıkamıyor. Onun sesini sözde aydınların gür sesi bastırıyor. Onun sesini milliyetçiliğin öfkeli ve intikamcı retoriği bastırıyor. Çünkü bugün halk, milliyetçi uyuşturucularla uyutulmakta. Ve savaşın kanlı dişleri yine ilk barışı ısırmakta…



Bize bu savaşta düşen pay ise yılmadan usanmadan barışı savunmaktır. Barış barış diye haykırmaktır. Usanmadan yenildiğimizi düşündüğümüz anda yine barış diye haykırmaktır. S. Beckett’in dediği gibi “yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.” Selam olsun barışı dilinden düşürmeyenlere…