5 Ekim 2011 Çarşamba

Ilıcak ve Gülerce'giller

4 Ekim’de Birgün gazetesinin internet sitesinde Nusret Senem’in “Fethullah ve Susurluk” kitabında yer alan Nazlı Ilıcak ve Hüseyin Gülerce’nin Susurluk kazası sonrasında kazada ölen kişilere ve bu kişilerle birlikte bugün Ergenekon olarak adlandırılan derin devlet adına cinayetler işlemiş kişilere yönelik methedici yazılarından alıntılara yer verilerek, bugün demokrasi kalemşörlüğü! yapan bu iki gazetecinin gerçek güzleri ortaya konmuştur.[1]
Aslında gönül ister ki ne böylesi bir habere ne de böylesi bir kitaba gerek olsun. Ama insan hafızası zayıf. Hele Türkiye’de hem birey olarak tek tek hepimizin hafızası hem de toplumsal hafızamız zayıf. Peki bugün bu kişilerin demokrasi kalemşörleri olarak karşımıza çıkması ve hatta dün övdükleri kişileri bugün yerden yere vurmaları sadece Türkiye toplumunun toplumsal hafızasının zayıf olmasından mı kaynaklanmaktadır? Tabi ki hayır.
Öncelikle bu konuda Türkiye’de Kürtlerin hafızasının zayıf olmadığını belirtmek gerekmektedir. Zira Kürt halkı ne bu kalemşörlerin yazılarında geçen şahısları ne de onları öven bu demokrasi sevdalılarını unutmamıştır ve unutmayacaktır. Nasıl unutsun ki onca acıdan sonra. Bu çerçevede Kürt halkının hafızasının Türk halkının hafızasından daha kuvvetli olduğunu bunun sebebinin de çekilen acılar olduğunu söyleyebiliriz.
O halde neden Türk halkı bu ikiyüzlülüğü unutmaktadır? Birinci sebep elbette yukarıda zikrettiğimiz durumun Türk halkının toplumsal bilincinde olmamasıdır. İkincisi ve bence en önemlisi Mathiensen’in “synopticon” adını verdiği bir gözetim ağında kitlesel medyanın rolüdür. Kürt Ulusal hareketinin başlangıcından bu yana Türk halkı için devletin biçtiği rol, Sırrı Süreyya Önder’in yerinde tanımlamasıyla Kürt halkına düşman olmak olmuş[2] ve bu süreçte devletin Türk halkına biçtiği bu rol medya tarafından da desteklenmiş ve Türk halkına empoze edilmiştir.
Tekrar Mathiensen’e dönecek olursak, o “panopticon” yerine “synopticon”dan bahsederken medyanın rolüne özel bir önem verir ve medyaya dışarıdan görüşlerini açıklamak için girişlerine izin verilenlerin, müsaadeye mazhar olanların, toplum içindeki yerlerini dikkatlerimize sunar. Türkiye’de de müsaadeye mazhar olan Ilıcakgiller ve Gülercegiller ailesinden çok entelektüel var. Ha neden o dönemde böyle konuşan bu dönemde aksini iddia eden bu insanlar hala yazıp çizebiliyorlar derseniz onun da cevabı var. Birincisi bu familyaya dahil olanların karakter özellikleridir.
İkincisi ise ki bu daha geniş bir yelpazeden bakmamızı gerektiren bir durumdur, AKP yönetimleri ile değişenin sadece egemenler olduğu zihniyetin ise yerli yerinde durduğudur. Bu bağlamda Ergenekon, Balyoz soruşturmaları ve demokratikleşme söylemleri ile sadece egemenlerin yer değiştirdiği ve AKP ve çevresinin kendisine yer edindiğini düşünebiliriz. Buradan Ergenekon ve Balyoz gibi oluşumların küçümsendiği anlamı çıkmamalıdır. Elbette ki bu davalar Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde önemli adımlardır. Bununla birlikte esas mesele AKP’nin bu süreçte ne kadar samimi olduğudur. Nihayetinde 12 Eylül’ün darbecileri hala zevki sefa içinde yaşarlarken, Hopa’da polis devrimci bir öğretmeni katlederken ve hakkını arayan herkesi fotoğraflarla fişleyerek AKP’ye karşı olmayı “terörist” olmakla bir tutarken[3], başbakan bir genç kıza sokak ortasında işkence eden polislere sinirleneceği yerde genç kıza hakaret ederken, KCK adı altında meclise gelip yemin etmesini istediğin bir partinin Kürt siyasetçileri tek tek tutuklanırken, parasız eğitim isteye gençler 1,5 yıldır cezaevinde tutulurken, AKP’nin demokrasi uğruna savaş verdiği söylenemez. Böyle bir demokrasi olsa olsa kendine demokrasi olur.[4] Böyle bir demokraside de Ilıcak’ların, Gülerce’lerin  yerleri her zaman hazırdır.
Bugün gelinen noktada Türk halkı alışkanlıklarından sıyrılmakta zorluk çekmektedir. Yıllarca Kürde düşman olarak yetiştirilen Türk halkı için şimdi yıllardır inandığı bu yalanı inkar etmek zor gelmektedir. Kandırıldığını görmek istememekte onunla yüzleşmekten korkmaktadır. ( Tabi Türk halkının bu gerçeklerle yüzleşmesini sağlayacak siyasetin yokluğu/olanın da cılızlığı bir kenarda tutulmalıdır. ) Türk halkı aynı siyasetin farklı maskelerle daha da demokratikleşeceği yalanına bile bile kendini inandırmaktan daha fazlasını yapmalıdır. Bugün eskiye nazaran Kürt halkının inkar edilemediği söyleniyor ve bir karşılaştırma yaparsak bu söylem doğrudur da ama meseleye Türk halkının çoğunluğu açısından bakarsak evet Kürt artık inkar edilmiyor ama Kürt halkının varlığı aynı derecede içselleştirilemiyor. Neticede Türk halkı Kürt siyasal hareketini anlayamıyor anlamlandıramıyor. En basit örnekle Kürt çocuklarının polise taş atmasını “taş atan çocuklar”, “kandırılmış çocuklar”, “eğitimsizlik” kısır döngüsünde ele alıp, Kürt siyasi hareketinde siyasetin toplumsallaştığını, toplumsalın siyasallaştığını göremiyor. Yani hep aynı at gözlüğü ile bakıyor.
En başa dönecek olursak Türk halkını bu körlüğe mahkum edenler bugün için dünün ve bugünün demokrasi savaşçılarıdır. Onlar hep aynılar değişen yüzler değişmeyen kin, nefret, düşmanlık söylemleri. Bu nedenle Ilıcak’ları, Gülerce’leri iyice takip etmeliyiz çünkü onların yazılarında bugünün kahramanlarını yarının hainlerini, katillerini bulabiliriz. Hepsi bu kadar.



[4] Burada küçük bir parantez açmakta fayda var. Başbakanın yargı ile ilgili olan süreçlere dair açıklamaları “yargının bağımsız olduğuna” dair klasik görüşlerden öteye gitmemektedir. Deniz feneri soruşturmasında yaşanan gelişmeler ortada dururken, son referandumla birlikte HSYK’nın durumu ortada iken Başbakanın çıkıp “yargının bağımsızlığından” bahsetmesi abesle iştigal eder. Kaldı ki tüm bunların dışında yargının bağımsız olması durumu bizdeki gibi kayırmacılığın ve nepotizmin hakim olduğu memleketlerde hiçbir anlam ifade etmez. Siz gerçekten yargıya müdahalede bulunmasanız bile yargı bir ucuyla size bağlı olduğu için sizin gittiğiniz yoldan gidecektir.Çünkü Adalet Bakanlığı diye bir kurum var. Aksi durumda davranan bir hakimin bir savcının durumunu düşünebiliyor musunuz? Vay o kişinin haline…  

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Barışı Savunmak Gerek

Savaş tamtamları çalmaya başladığında her zaman ilk kurşun barışa sıkılır. Maalesef bugün olan tam da budur. Kimse o zaman barışın sesini duymak istemez. İşine gelmez çünkü. Savaşın kelimelerini kullanmak daha kolaydır hem ayrıca savaş tamtamları çalmaya başladığında savaşın dilini konuşmayı bilirsen prestij sahibi, karizmatik bir kahraman rolüne hemencecik bürünebilirsin. Zaten toplum da senden bu dilini konuşmanı bekler ve sen eğer olurda o dilde konuşmayı reddedersen vay haline…



Bugünlerde gazeteleri karıştırırsanız ya da kanaat önderi olarak görülen kişilerin söylemlerine, yazılarına bakarsanız çoğunluğunun son ölümlerle birlikte milliyetçi retoriği ne kadar kolay kullanabildiğini gözlemleyebilirsiniz. Kuşkusuz barış yanlısı bir insan için her ölüm en derinlerde hissedilmesi gereken acı bir duygudur. Ama insan ayırmadan, 30 yıldır süren bir savaşta taraf ayırmadan, her biri bu ülkede doğan, büyüyen ve siyaset kurumunun basiretsizliği ve beceriksizliği nedeniyle daha gerçekten ne uğrunda öldüğünü bilmeden ölen her insanın acısını eşit paylaşabilmektir esas mesele. Oysa aydın olarak adlandırılan bu insanlara baktığımızda onların ölümlerin acısını ayırt ettiğini görürüz. Ölümün acısını kategorize etmeye çalışan bir mantalitenin barıştan bahsedebilmesi imkansızdır. Çünkü onda insana karşı nefret vardır. Kendinden olmaya karşı nefret vardır.



Gramsci, aydınlar ve halk arasında organik ve duygusal bir bağın gerekliliği üzerinde durmaktadır. Ona göre aydınların yığınlar ile organik bir bağa sahip olması yığınların mevcut entelektüel-moral değerlerinin devamlılığının sağlanmasından ziyade bu entelektüel-moral unsurun gelişmesine katkı sağlamak için gereklidir. Neticede ancak böylesi entelektüel-moral bloğun varlığı tarih-politika yapmayı mümkün kılacak unsurlardan biridir.



Gramsci’nin bu analizini aklımızın bir kenarında tutarak ilerleyelim. Çok bilindik bir tanımlama olarak aydınların halk ve üst sınıflar arasında entelektüel-moral bir köprü görevi gördüğü söylenebilir. Bu çerçevede Gramscigil bir yaklaşımla aydınların yığınların entelektüel-moral değerlerini bu görev vasıtası ile geliştirmesi beklenebilir. Oysa bugün yaşadığımız durum bunun tam tersidir. Aydın sıfatını taşıyanlar ki bunlara sözde aydınlar diyebiliriz, bu gelişim için çaba harcamamakla birlikte iktidarın sözcülüğünü yapmakta hatta en doğru tabirle iktidarın propaganda uzuvları olarak faaliyet göstermektedirler. Bu durumu oportünizm ile adlandırmak pekala mümkündür. Fakat daha derinlerde ahlaki ve moral bir çöküntünün varlığı da yadsınamaz.



Bir başka açıdan Gramsci, aydın ve yığınlar arasında organik bağın mevcudiyetini temsil ilişkileri açısından da önemli görür. Gerçekten de halk ve aydınlar arasında duygusal bağın varlığı aydınların halkın görüşlerini temsil etmesinde en öncelikli etmenlerdendir. Aksi halde aydınların görüşleri kendi içinde burjuva nitelikli entelektüel laf ebeliğinden başka bir şeyi ifade etmez. Halkın gerçeklikleri ve duyguları aydınların kalemlerine yansımaz, yansıyamaz. Peki bu açıdan bakıldığında bugün bu sözde aydınların kaleme aldıkları ile sokaklara dökülen insanların kullandıkları söylemler aynı olduğuna göre bu aydınlar sınıfı halkın gerçeklerini dile getirmiyor mu? Bu sorunun cevabı hayırdır. Çünkü aslında bugün bu sözde aydınların yaptığı ateşi körüklemekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Gazetelerde daha önce 90’lı yılların yerilen uygulamaları bugün övülmektedir. Hükümetin politikaları bugün eskiye nazaran şeffafmış o yüzden 90’lı yıllardaki OHAL’in 2011 versiyonu, 90’lı yılların karanlık uygulamalarından farklıymış. Bir bakan geçenlerde televizyon kanalında terörle mücadelede yeni stratejiyi bu cümlelerle savunurken bazı sözde aydınlar bu sözleri yazılarında söylemlerinde onaylamaktadır. Bence bu konuda söz söylemekten ziyade dönüp 90’lı yılların gazetelerine bakmakta fayda var. 90’lı yılların koalisyon hükümetleri de aynı derecede şeffaf değiller miydi? Bence kendilerince onlarda şeffaftı. İsteyen o dönemki siyasetçilerin ve aydınların sözlerine yazılarına bakabilir.



Maalesef Türkiye’de aydınlar ve halk arasında her daim bir kopukluk olmuştur. Cumhuriyetin kuruluş döneminden bu yana halk eğitimsiz, geri kalmış olarak nitelendirilerek merkezden uzaklaştırılmıştır. Aydınlar ise merkezdeki yerlerinde halk adına işkembe-i kübradan atıp tutmuşlardır. AKP iktidarı ile periferideki halkın merkeze yaklaştığı kabilinden çözümlemeler ise bir aldatmacadan ibarettir. Gerçekte periferideki halk, merkezde kendisini temsil eden bir ideolojinin, siyasetin varlığına inandırılmaktadır. Sözde aydınlar da egemenin dönüşümünde her zamanki oportünist rollerini oynamaktadırlar.



Halk barış istemektedir. Artık herkes sıkıldı bu kirli savaştan. Ama sesi çıkmıyor çıkamıyor. Onun sesini sözde aydınların gür sesi bastırıyor. Onun sesini milliyetçiliğin öfkeli ve intikamcı retoriği bastırıyor. Çünkü bugün halk, milliyetçi uyuşturucularla uyutulmakta. Ve savaşın kanlı dişleri yine ilk barışı ısırmakta…



Bize bu savaşta düşen pay ise yılmadan usanmadan barışı savunmaktır. Barış barış diye haykırmaktır. Usanmadan yenildiğimizi düşündüğümüz anda yine barış diye haykırmaktır. S. Beckett’in dediği gibi “yine dene, yine yenil, daha iyi yenil.” Selam olsun barışı dilinden düşürmeyenlere…    

7 Ağustos 2011 Pazar

Akşamdan Kalma Bir Medya Eleştirisi

Dün gece dost meclisinde sohbet ederken ve hayret edici şekilde her hangi alkollü bir sohbet olmamasına rağmen, söz döndü dolaştı nerden bu konulara geldik diye sorma fırsatını dahi kendimizde bulamadan memleket meselelerine geldi. Aslına bakılırsa sohbetlerin çok kısa bir yol kat edişten sonra memleket meselelerine gelip dayanması üyeleri erkek olan bir toplulukta gayet normal hele bu memleket bizimkisi gibi aksiyonu, gündemi bol bir özellik taşıyorsa.
Neyse lafı fazla uzatmadık, herkes dilinin döndüğünce dilinin ucuna gelen her mesele hakkında fikirlerini söyledi, farklı bakış açıları vardı, tartışıldı, konuşuldu. Söz en son döndü dolaştı adını medya olarak koyacağımız ve sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğinin muğlaklaştığı bir kurumun algılama eksiklikleri üzerine geldi çattı. Anlaşılan herkes medya denen mefhumun bireyin toplumsallaşma sürecindeki rolünün farkında olarak, olumsuz yönlerinden şikayetçi imiş.
Bu meyanda ilk olarak herkes bugün medyanın milliyetçi bir dil kullandığını ileri sürmüştür. Gerçekten de Türkiye’de medya özellikle çatışma haberlerini milliyetçi bir şablonla sunmaktadır. Özellikle ana akım medya bünyesindeki basın, televizyon ve internet dikkatli bir taramaya tabi tutulursa söz konusu bu milliyetçiliğin boyutları daha iyi görülebilecektir. Köşe yazarları veya aydınlar! çatışma haberlerinin gelmediği günlerde gayet demokrat edayla yaşanan sorunun çarşaf çarşaf analizini yapar, bölgede yaşanan dramları en acıklı dille anlatır, bir insanı ( özellikle bir Kürdü ) dağa çıkaran sebepleri en pozitivist bakış açısından irdeler. Ama bu yazarla çatışma haberinin geldiği gün bu sözde demokrat gömleklerini çıkarırlar ve hemen üzerlerine tam oturan milliyetçi gömleklerini giyerek açarlar ağızlarını, yumarlar gözlerini. İşte o zaman vay onlara yanlış yapıyorsunuz diyenlere. ( Örnek vermeden olmaz. Ermeni Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın Ermeni öğrencilerle yaptığı konuşmaya kızan ve hemen milliyetçi gömleğini giyen ve “Benim Neslim” diye bir yazı yazan, kendine has üslubu olan demokrat abi. )
Medyanın en temel toplumsal işlevi halk ve yöneticiler arasında köprü kurarak tabiri caizse seçilmişlerin denetimini sağlamaktır. Zaten bu nedenle liberal-demokrasilerde medyanın yasama-yürütme-yargıdan sonra dördüncü kuvvet olduğu iddia edilir. Medya aracılığı ile halk bir yandan olup bitenden haberdar olurken diğer yandan kendi seçtiği kişilere verdiği yetkilerin yerinde kullanılıp kullanılmadığını denetleme imkanına sahip olmaktadır. Bu açıdan bakınca ne kadar güzel. Meğer medya sen ne güzel bir abimizmişin! Gerçekte seçilmişler değil denetlenmeyi, burnundan kıl bile aldırmazken, medya da popülist politikaları bırakıp, halkın yanında olacak bir kurum değildir memleketimde. Benim memleketimde seçilmiş olmasına gerek yok, kime az biraz yetki verirseniz o kimseye hesap vermez, o Ali kıran baş kesendir artık. Benim memleketimde en tarafsız olduğunu iddia eden bir kanal bir anda en gözde çalışanlarını bile, sebepsiz yere sırf birilerine yarasın diye işten çıkarır ya da tatillere gönderir ya da etliye sütlüye dokunmayan programlar yaptırır altlarına motosiklet vererek.
Bu açıdan bakınca medyanın tarafsızlığını tartışmak abesle iştigal etmek olur. Zira özgür, tarafsız medyanın sağlanmasını, medya sektörünün ve bu sektördeki her şeyin serbest pazar mantığına bırakılmasında gören bir bakış açısını göz önüne alacak olursak, medyanın aslında hiç de tarafsız olmadığını aksine taraf olduğunu göreceğiz. Evet medya taraftır, medya sermayeden taraftır, medya egemenden taraftır. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir tartışma değildir, hemen hemen tüm dünyada medya sektörünün deregülasyon politikalarının eline bırakıldığı bir gerçektir. Nitekim son günlerde İngiltere’de ortaya çıkan telekulak skandalı ve bu skandalın müsebbibi medya patronları bu duruma en güzel örneklerdendir. Hal böyle iken Türkiye’de ana akım medyadan tarafsız olmasını beklemek yanlıştır.
Diğer yandan küreselleşme mefhumunun olumsuz özelliklerinden biri olan kültürel yozlaşma medya eliyle hızlı bir şekilde toplumun tüm kesimlerine yayılmaktadır. Enternasyonal bir birlikteliği müjdeleyen olarak görülen küreselleşme, toplumların ihtiyacı olan afyonu eğlence sektörü, popüler kültürle bireylere aşılamaktadır. Kültürlerin birliği gibi söylemler altında ünlü fast-food zincirlerinde yerel tatların da sunulduğu menüler ortaya çıkmakta, özellikle içinde bulunduğumuz ramazan ayı gibi aylarda kola iftar sofralarının vazgeçilmez içeceği olarak sunulmaktadır. Medya ise bu yaşam formlarını iletişim kanallarında överek, bireyin toplumsallaşma sürecinde küreselleşmenin bu değer yargılarını içselleştirmelerini sağlamaktadır. Bireye, Amerika’dan ithal yaşam tarzının yücelikleri, fast-food zincirlerinde yemek yedikleri zaman kazanacakları ödüller, medya aracılığı ile duyurulmaktadır.[1] Televizyondaki dizilerde, yarışma programlarında tüketimin modern yaşamın altın kuralı olduğu savunulmaktadır. Birey, toplumda iyi bir statüde olmak için tüketmelidir. En yeni ve son model arabayı, cep telefonunu, diz üstü bilgisayarı kullanmalıdır, şu şu pahalı mağazalardan giyinmeli hatta mahalledeki berber yerine bilmem kim ünlünün her gün gittiği bilmem ne kuaföründe saçını başını yaptırmalıdır. Tüm bunları en yoğun propagandasını yani aslında kapitalizmin gerekliliği olan tüketim çılgınlığının propagandasını medya yapmaktadır. 
Tüm bu anlatılanları daha akademik kelimelerle aktaracak olursak, medya mefhumunun sosyolojik olarak üç boyutta analiz edildiğini söyleyebiliriz. Makro-kurumsal yaklaşım, mikro-kurumsal yaklaşım ve kültürel yaklaşım bağlamında. Makro-kurumsal bağlamda incelemede bulunanlar medyada insan faktörünün rolünü geri plana atarken, mikro-kurumsal yaklaşımlar medyada çalışanlar üzerindeki sosyal baskıyı kabul etmekle birlikte insanın bu kısıtlamaları gazetecilik faaliyetleri ile ortadan kaldırabileceğini kabul ederken, kültürel yaklaşımlar insan faktörünün rolüne vurgu yaparlar.[2] Her üç yaklaşım tarzı konuyu başka bir noktasından kavramaktaysa da ülkemizde medya- toplum -siyaset üçlüsü arasındaki ilişkiyi en geniş perspektiften kanımızca makro-kurumsal yaklaşımlar irdelemektedir. Neticede deregülasyon politikalarının da desteği ile birer şirket olan medya sektöründe patronun kar amaçlı ticari faaliyetleri, tarafsız medya anlayışının önüne geçecektir. Bu meyanda makro-kurumsal yaklaşımın Türkiye’de medya sektöründe son dönemde olup biteni açıklamak bakımından daha el verişli olduğunu söylemek mümkündür. Bununla birlikte buradan diğer yaklaşımların yok sayılmasını önerdiğimiz anlamı çıkmaz. Özellikle toplumda var olan şiddet ve milliyetçilik kültürü, medyanın çatışma haberlerine yaklaşımını belirleyen başlıca kültürel etmenlerdendir. Fakat en nihayetinde medyanın takındığı milliyetçi tutumun altında daha fazla satış rakamına ulaşma, daha fazla izlenme dürtüsü olduğu için söz konusu tüm yaklaşımlar aslında makro-kurumsal yaklaşım tarafından içerilmektedir.
Sonuç olarak medya, üzerine temellendiği günümüz ekonomi-politiğinde tarafsız bir rol oynayamaz. Böylesi bir rol oynamaya kalkmak kendi açısından intihar anlamına gelecektir. Hele özellikle bizdeki gibi devlet paternalizminin, siyasette lider kültünün ve toplumsal yapıda muhafazakarlığın böylesine önemli bir yer işgal ettiği toplumlarda medyanın bu etkilerden kendini sıyırarak varlığını sürdürmesi imkansızdır. Çünkü medyanın özellikle politikada boşluğunu doldurmaya çalıştığı/çalışacağı her alana nüfuz etmesi ya engellenmektedir ya da dolaylı olarak devlet aygıtı tarafından sağlanmaktadır. Dolayısıyla ana akım medyadan gerçek bir demokrat kimlikle hareket etmesini beklemek safdilliktir. Buna rağmen ana akım medya gibi işin kolayına kaçmayan gazete ve haber kaynaklarının var olması biraz da olsa Türkiye için umut vericidir. Selam olsun onlara…





[1] Bu satırın yazarı popüler kültürün getirisi olan yozlaşma tehdidine karşı geleneklere dönüşü savunmamaktadır. Burada anlatılmak istenen en basit söylemi ile batılılaşmanın, modernleşme ile aynı şey olmadığı ve modernleşmenin de her derde çare olmayacağı gerçeğidir. Yoksa gitarı bırakıp sazı elimize alalım çünkü o millidir kabilinden bir gelenekçilik, birini reddettiğimiz bir indirgemecilik yerine başka bir tanesini tesis etmek anlamına gelir.
[2] M. Schudson ve S. Waisbord, “Haber Medyasının Siyasal Bir Sosyolojisine Doğru”, Siyaset Sosyolojisi, ed. T. Janoski, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2010, s. 377

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Egemen Dönüşürken

Son dönemde Türkiye tarihinde önemli dönüşümler yaşandığı yönünde bir algılama mevcuttur. Ergenekon ve Balyoz davları ile başlayan sözde demokratikleşme! adımları toplumun tüm kesimlerinde heyecan yaratmaktadır. Elde edilen belgeler, medyaya sızan haberler, daha önce Türkiye tarihinde görülmemiş şekilde omuzları bol yıldızlıların tutuklanmaları, kamuoyundaki heyecanı daha da arttıran unsurlardır. Bu yaşananlar karşısında Türkiye kamuoyunun hiçte alışık olmadığı bir şekilde askerin pasif kalması da şaşkınlık yaratmaktadır. Çünkü yıllarca dokunulmaz ve tabiri caizse burnundan kıl aldırmaz bir kurum olan TSK, kendisine yönelen suçlamalar karşısında hemen Türk milletinin çelikleşmiş ifadesi[1] olarak müdahalede bulunma hakkını kendine görmüştür. Oysa bugün TSK’nın bu tepkisizliği şaşırtıcıdır.
Diğer açıdan mevcut iktidarın, yıllarca ülkeyi vesayet altında tutan ve elinde “zor kullanma gücü” bulunduran ve neredeyse rutin aralıklarla bu gücü kullanmaktan çekinmeyen bir kuruma karşı başarılı olmasının altında yatan sebepler de belirsizdir. Türkiye’nin dünyada değişen konjontürle birlikte dönüştüğü ve ordunun demokratikleşerek darbe yapılması ihtimalinin ortadan kalktığı argümanı, bu durum için ileri sürülse de bu argümanın tek başına açıklayıcı olduğunu düşünmek safdillik olur. Zaten bugün yaşananlara böylesi bir at gözlüğü ile bakmak gerçek hikayeyi görmemizi engeller. “Mevcut iktidarın bir başarı sağladığı ya da vice versa TSK’nın yenildiği tartışmasını bir kenara bırakarak alt-yapı ve üst-yapıda yaşanan değişime bakmak.” Aslında bize doğru bakış açısı sağlayacak olan budur.
1- Türkiye’de Alt-Yapısal Değişim: Sömürü Artarak Devam Ediyor…
Tarih derslerinden sıkça anımsadığımız tezler vardır: “Osmanlı Devleti’nin Büyük Güçler tarafından yarı-sömürge haline getirildiği, Duyun-u Umumi’ye ile doğrudan sömürülmeye başlandığı, kapitülasyonların yerli sanayinin kurulmasını ve Osmanlı küçük-burjuvazisinin gelişimini engellediği…vs.” Bu tezlerin doğruluğunun tartışılması bu yazının kapsamını aşmaktadır. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ülkenin geri kalmışlığı ve muasır medeniyetler seviyesine yükselmesi gerektiği en çok gözetilen hedefler olmuştur. Fakat bu hedeflere ulaşmak için gerekli olan sermayedar sınıfın eksikliği en öncelikli problem olmuş, bu problem sermayedar- bürokrat-burjuva sınıfı yaratılarak çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Aslında bu durum Osmanlı’nın son döneminde, özellikle II. Meşrutiyet sonrası dönemde, üst-yapıda yaşanan dönüşümle birlikte okunmalıdır. Zira II. Meşrutiyet’le birlikte Osmanlı paşazadelerine karşı bir avuç baldırı çıplak subayın başlattığı isyan, 1909’dan sonra yavaş ama emin adımlarla yönetimi ele geçirmeye başlamış ve nihayet bu dönüşüm 1913 yılında tamamlanmıştır. Bununla birlikte alt-yapı emperyalistlerin ve güdük komprador burjuvazinin denetimi altında bulunmaktadır. İşte bu açıdan bakıldığında cumhuriyet döneminin yaratmaya çalıştığı burjuvazi aslında Osmanlı’nın son döneminden kalma alt-yapıdaki hegemonya dönüşümünün tamamlanmasından ibarettir.
Cumhuriyet dönemi boyunca bu yerli burjuvazinin en önemli özelliği “milli ve laik” karakteri olmuştur. Bu kriterlere sahip ve cumhuriyetin her döneminde partili[2] olan burjuvazi devlet tarafından her zaman korunmuştur. Çünkü Türkiye’de sermaye her zaman devletin kendisi olmuştur ve devlet de sermayenin kendisi.[3] Yani Marx’ın da söylediği gibi devlet aygıtı,Türkiye’de de egemen sınıfın baskı ve zor aygıtıdır.
Tekrar alt-yapıdaki dönüşüm konusuna geri dönecek olursak, tek partici anlayışının, bürokrat-burjuva sınıfın işini kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Tek partili siyasal hayat ve totaliter zihniyet, “milli ekonomi”, “muasır medeniyetlere ulaşmak” söylemlerini kullanarak, söz konusu burjuva sınıfın toplumsal yapıdaki kurumsallaşmasını tamamlamasına yardımcı olmuştur. Bu laik-bürokrat-burjuva sınıf toplumsal yapıdaki hegemonyasını zaman zaman kendisine rakip olarak ortaya çıkan yarı-feodal burjuva sınıfa rağmen askerin varlığı ve desteği ile sürdürmüştür. Fakat bu durum merkez ile çevre arasındaki makasın sürekli açılmasına neden olmuş, gelinen noktada laik-bürokrat burjuva sınıfın karşısına daha güçlü muhafazakar-yarı feodal burjuva sınıfın çıkması ile sonuçlanmıştır. Bu iki sınıf arasındaki mücadele bugün yaşan tüm bu gelişmelere ışık tutacak niteliktedir.
1950’li yıllarda Adnan Menderes Hükümetleri tarafından desteklenen bu rakip burjuva sınıf daha sonra yaşanan askeri müdahaleler ile yara almış fakat daha sonra milliyetçi cephe hükümetleri, 1980 darbesi sonrası Özal’ın neo-liberal politikaları sayesinde yeniden nefes alanı bulmuştur. Zamanla gelişerek feodal niteliğinden belli oranda sıyrılan bu burjuva sınıf, Anadolu Kaplanları olarak adlandırılmış, laik burjuvazi karşısına muhafazakar kimliği ile çıkmıştır.[4] Ekonomik olarak güçlenen bu muhafazakar burjuva sınıf kamusal alanda daha çok öne çıkmaya başlamış, kamusal alanda artan bu görünürlük laik burjuva sınıf açısından tehdit olarak algılanmıştır. Daha önce sadece laik burjuva sınıfa ait olan bazı ritüeller ( işadamlarının sosyalleşme yemekleri, lüks araçları kullanma tekeli…vs. )bugün muhafazakar burjuvazi tarafından tehdit altındadır. Artık başörtülü kadınlar koca koca jipleri kullanmakta, alkollü iş yemeklerine katılmakta ya da alternatif alkolsüz iş yemekleri ile laikleri taklit edebilmektedir.
Laik ve muhafazakar burjuvazi arasında cereyan eden hegemonya savaşının doğal olarak proleter ve emekçi sınıfın sömürüsüne hiçbir olumlu katkısı yoktur. Aksine fillerin tepişmesinde yine çimenler ezilmektedir. Öyle ki  daha fazla kar ve statü elde etmek adına yapılan bu iki burjuva sınıf arasındaki savaşımda, işçi ve emekçi sınıfın hakları hiçe sayılmakta, her geçen gün hakları ellerinden alınmakta aynı zamanda din mefhumu da kullanılarak sömürü devam ettirilmektedir. Ve tüm bunlar ileri demokrasi, ekonomik büyüme ve kalkınma ve işçilerin çalışma şartlarının düzeltilmesi söylemi ile yapılmaktadır. Fakat bir atasözünün de çok isabetli şekilde ifade ettiği gibi “namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmamakta, onlarca işçi maden ocaklarında, tersanelerde, kot taşlama atölyelerinde ölüme mahkum edilmekte, söz konusu bu iş yerlerinin denetimi kar ve yolsuzluk adına görmezden gelinmekte, ekonomimiz büyümektedir. Yani işçi sınıfı iki cami arasında beynamaz kalmaktadır.
2- Üst-Yapıda Değişim: Egemenler Dönüşüyor…
Alt-yapıdaki bu rekabet üst-yapıda, 2002 sonrasında yavaş yavaş egemen gücün dönüşümü olarak yansımaktadır. Türkiye tarihine damgasını vuran ulusalcı-laik seçkinler ve özellikle askeri elit, 2002’den bu yana demokratikleşme söylemi ile hegemonyasını kaybetmekte aynı şekilde mevcut iktidar da kendisini egemen güç olarak dönüştürmekte tabiri caizse ulusalcı-laik elitten boşalan yerleri doldurmaktadır. Küçük burjuva demokratlığı özelliği taşıyan demokratikleşme söylemi, kendine demokrat bir şiar benimsemekte, kendinden olmayana karşı ayrımcı bir tutum takınmaktadır. Bu dönüşümde muhafazakar-burjuva elit, devlet aygıtını, tıpkı kendisinden önceki burjuva sınıfın yaptığı gibi sömürü ve baskı aracı olarak kullanmaktadır.
Gerçek bir demokrasinin en önemli özelliklerinden biri hiçbir vesayet altında bulunmamaktır. Türkiye’de de sivil siyaset söylemi yıllarca söz böylesi bir demokrasi arayışının parolası olmuştur. Lakin realitede bu sivil siyaset söylemi, askeri vesayetin çizdiği alan dışında kalan alanda sivillerin söz söyleme hakkına sahip olması olarak vuku bulmuştur. Bugün küçük-burjuva demokratların övünerek dillendirdikleri gibi sivil siyaset, askeri vesayetin özellikle irtica ile ilgili olarak çizdiği sınırları belirsizleştirmişse de, diğer alanlarda askeri vesayet devam etmektedir. Sivil siyasetten anlaşılan sivillerin ve seçilmişlerin siyaset yapması ise bu siyasetin alanının ve sınırlarının genişlediği aşikardır. Ama aynı şekilde sivil siyasetin bugün toplumun büyük bir kesimine karşı tahakküm aracı ve söylemi olarak işlev gördüğü de aynı derecede aşikardır. Sivil siyaset söylemi çoğunlukçuluk perspektifine hapsedilmiş, ırkçı ayrımlar sivil siyasetin dış çeperini belirleyen kriterler olarak görev görmektedirler. Zira % 49.9 oranında oy aldığını sürekli olarak dillendirerek tüm toplumun temsilcisi olduğunu, çoğunluğun kendisinde olduğunu ileri süren mevcut iktidar sivil siyaseti kendisine içkinleştirmekte, kendisinden olmayanın ya da kendisinin fikrini savunmayanın “sivil siyaset” yapmadığını iddia etmektedir. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, ÖDP’nin seçimlere alınmaması, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu milletvekillerine karşı tutulan tavır, AKP’nin sivil siyaset anlayışını nasıl da kendi tekelinde gördüğünü göstermektedir.
Üst-yapıdaki dönüşüm sadece politik alanda değil aynı şekilde bilim, kültür, sanat alanlarında da dönüşüme neden olmaktadır. Muhafazakar bakış açısı ile heykeller ucubeye benzetilmekte, bilimsel gelişmenin önündeki en büyük engellerden biri olan YÖK’ün varlığı dönüştürülerek devamlılığı sağlanmakta, televizyonlarda dini içerikli programların sayısı artmakta, devlet televizyonundan mezhepsel propaganda yapılmakta kısacası toplumun bilinçsiz sınıflarının sömürüsünün devamlılığını sağlamak adına devlet ve devletin ideolojik tüm aygıtları durdurak bilmeyen bir çalışma içerisinde bulunmaktadır.
Toplumun tüm kesimlerinin maruz kaldığı bu dezenformasyon süreci, sözde solcu, aydın yazarların ( oportünistlerin )yazılarıyla da desteklenmektedir. Demokratikleşme söylemini sıkça kullanan bu yazarlar, kitlelerin uyuşturulması için ellerinden geleni yaparak, oportünistçe, yeni hegemonyanın tesisinde rol almaktadırlar. Lenin, “Devlet ve Devrim” in birinci bölümünde Marx’ın öğretilerinin onun ölümünden sonra egemen güçler tarafından nasıl ikonlaştırılmaya çalışıldığı üzerinde durmakta, böylece devrimci mücadelelerin keskinliklerinin giderilmeye çalışıldığını ileri sürmektedir.[5] Aynı şekilde Türkiye’de de bugün kendini Marksist, sosyalist, devrimci, komünist olarak adlandıran pek çok aydın yazar-çizer böylesi bir oportünist tutum içerisindedir.
Sonuç Yerine: İşçi Sınıfı Ne Yapmalı?
Türkiye’de son yaşanan gelişmeler karşısında işçi sınıfının ne yapması gerektiği sorusu önemli bir hale gelmektedir. Oportünistçe davranarak, yeni egemen sınıfın dönüşümünde yer almak onun çıkarına değildir. Aynı şekilde muhafazakarlaşacağız diye de eski elitlere destek vermek aynı derecede yanlıştır. İşçi sınıfı bugün her zaman olduğundan daha uyanık olmak zorundadır. İşçi sınıfı, Türkiye halklarının özgürlük mücadelesini her zamankinden daha çok benimsemeli ve içselleştirmelidir. Zira mevcut iktidarın demokratikleştirme ve özgürleştirme projeleri muhafazakar ve faşist nitelikleri nedeniyle birer yalandan ibarettir. Kapitalist sistemin sömürü ilişkileri artarak devam etmekte sadece oyuncular ve oyunun bazı küçük kuralları değişmektedir. Eskiden ulusalcılık, laiklik söylemleri ile yürütülen sömürü şimdi din kardeşliği üzerinden yürütülmektedir.
Bugün işçiler, dini bakış açısının kaderciliğine ve cemaat yapılanmalarının özgürlüğü içerisine hapsedilmektedirler. Nitekim yaşanan maden-işçileri ölümlerine dini-kaderci bakış açısı bu durumun tipik örneğidir. Diğer açıdan birey değişen toplumsal ilişkilerde egemen konuma gelmeye başlayan cemaat tipi yapılanmalar içerisinde salt dini özgürlüklere tabi kılınmakta, bireye dini inancını, ki o da Sünni ise, özgürce yaşamasının en büyük erdem ve özgürlük olduğu öğretilmektedir. Bu doktrin ideolojik unsurlarla da desteklenmektedir. İşsizlik oranının böylesine yüksek olduğu bir toplumda cemaatler, işçinin yaşamını idame ettirebilmesi için gerekli olan yardımı bulabileceği bir kurtuluş yolu hem de iş bulmak için gerekli bir kurum olarak sahneye çıkmaktadır.
Diğer yandan toplum, ekonomik büyüme illüzyonu ile uyutulmakta, her ilde devasa projeler yapılacağı televizyonlarda bangır bangır duyurularak ekonomimizin büyüklüğü kitlelerin beyinlerine kazınmaktadır. Bu projeler kapsamında istihdam edilecek insan sayısına vurgu yapılmakta, böylesine geçici işler nihai kurtuluş olarak yoksulların önüne sunulmaktadır. Oysa perde arkasında sömürü tüm hızıyla sürmektedir.
Her ilde açılan ve açılmaya devam eden üniversiteler, eğitim sisteminin ve toplumumuzun gelişmişlik seviyesinin göstergesi olarak sunulmakta, umut tacirliği yapılmaktadır. Üniversitelerdeki eğitimin niteliksizliği bir yana bırakılarak, pek çok öğrencinin umutlarıyla oynanmaktadır. Bin bir umutla bir üniversiteye giren kişi potansiyel olarak işsizliğin kucağına itilmektedir. Zannedildiği gibi her ile üniversite kurmak eğitim ve öğretimi geliştirmek ve toplumsal ihtiyaca cevap vermek adına yapılmamaktadır. Yapılan o ilin kalkınmasını böylesine maske ile gerçekleştirmektedir. Peki bu işten kim karlı çıkmaktadır? Tabiî ki öğrencilerin o ile veya ilçeye gelmesi ile gereksinim duyulan evleri inşa edenler. Yani inşaat sektörünün godomanları…[6]
Böylesine bir ortamda işçi sınıfı kendisine düşen devrimci rolü oynamak için sahneye çıkmalıdır. Bunun içinde öğrenci hareketleriyle, Türkiye halklarının özgürlük mücadelesi veren halklarıyla, insan hakları alanında faaliyet gösteren kurum ve kuruluşlarla birlik olması gerekmektedir. Tabi içerisinde oportünist fraksiyonları eleyerek.
İşçi sınıfı, toplumsal şiddetin arttığı, faşizmin yükselişe geçtiği ve hemen hemen her gün çatışma ve ölüm haberlerinin geldiği bir ortamda barış isteğini daha şiddetli dile getirmeli, bunun için sokaklara dökülmelidir.
İşçi sınıfı son zamanlarda öğrencilere karşı artan polis şiddetine karşı öğrencilerin yanında daha sağlam tutum takınmalı, onlarla birlikte sokağa dökülmelidir.
İşçi sınıfı son dönemlerde artan kadına şiddet ve cinsiyet ayrımcılığı, homofobi gibi erkek egemen histerilere karşı kadınlara, eşcinsellere, lezbiyenlere ve diğer tüm cinsiyet ayrımcılığına uğrayanlara destek vermeli, onlarla sokağa dökülmelidir.
Kısaca tüm işçi sınıfı kapitalizme ve onun uzantılarına karşı savaşta birleşmelidir. İşçi sınıfı bu mücadelede yeniden örgütlenmek zorundadır. Çünkü artık sınıf savaşımı eskisi gibi proletarya ve burjuvazi arasında değildir. Bugün işçi sınıfı tüm özgürlük mücadelesi veren kimliklerle hemhal olmuştur ve vice versa. Yani mücadeleyi artık sadece sınıfsal kimlik üzerinden yürütmek imkansızdır ve samimi değildir. Nitekim Türkiye’de işçi sınıfı ancak özgürlük mücadelesi veren diğer kimliklerle eklemlendiğinin bilincine vardığı zaman devrimci mücadele başarı şansı kazanacaktır.
Türkiye’de böyle bir mücadele birliğinin tohumları Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun varlığı ile pratiğe aktarılma şansı bulmuştur. Yine aynı şekilde çatı partisi girişimleri de bu açıdan sevinç verici gelişmelerdir. Bu olumlu gelişmelerin nihayete erdirilmesi için ise devrimci bilincin daha geniş kesimler tarafından benimsenmesi gereklidir. Ancak böylesi bir bilincin inşa edilmesi, Türkiye’yi ve Türkiye halklarını her türlü vesayetten kurtaracaktır. Ancak o zaman işçi sınıfı hem kendi içindeki hem de burjuvazinin oportünist saldırılarından kurtulabilecektir. Ve ancak o zaman tarihin kendisine biçtiği devrimci rolü oynayabilecektir. İşte gerçek demokratikleşme ve özgürlük o zaman bize şimdiden daha yakın olacaktır.


[1] Albay Dursun Çiçek’in son duruşmasında TSK için kullandığı tabir. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1058529&Date=03.08.2011&CategoryID=77
[2] O dönemde hangi parti iktidardaysa.
[3] Yani cumhuriyetin kurucu unsurları olan Osmanlı asker-bürokrat eliti, aynı zamanda Osmanlı’nın son döneminde paşazade aristokratlara, gayri-müslim burjuvaziye, komprador burjuvaziye ve emperyalist güçlere karşı kendisini ekonomi alanında da kurmaya çalışmıştır. Bu durumun en tipik örneği Osmanlı’nın son döneminde İttihatçıların kurmaya çalıştığı milli sanayi ve bunun cumhuriyet dönemindeki uzantılarıdır. Aynı şekilde cumhuriyet döneminin bürokrat sınıfının devlet aygıtını kullanarak burjuva sınıfına dönüşümü de bu açıdan incelenebilir.
[4] Örnek: TÜSİAD-MÜSİAD ayrımı
[5] V. İ. Lenin, “Devlet ve Devrim”, 4. Baskı, Eriş Yayınları, 2003, s. 13

[6] Yeni açılan üniversitelerin açıldıkları bölgeye etkileri kuşkusuz bununla sınırlı değildir fakat daha derinlemesine bir analiz bu yazının kapsamı dışındadır.

29 Temmuz 2011 Cuma

Muhafazakar-Demokrasi ( 1 )


Son dönemde Türkiye’de ve dünyada yaşanan gelişmeler, faşizmin kitleleri ne derece kolay mobilize edebileceğini göstermektedir. 12 Haziran seçimleri sonrasında siyaset kurumunun yaşanan duruma çözüm bulamaması, ardından gelen çatışma haberleri ve ölümler, konserlerde yaşanan provokasyonlar faşizmin toplumsal tabanının etkinliğini göstermektedir. Aydın’da, Trabzon’da, İstanbul’da ve Eskişehir’de yaşanan gelişmeler Türkiye’de etnik çatışmaların ne kadar kolay ateşlenebileceğini gösteren gelişmelerdir. Yaşananlara devlet ve siyaset kurumunun ilgisizliği, gözaltına alınmalarda yapılan ayrımcılık[1], devletin nasıl da egemen sınıfın baskı aygıtı olarak işlev gördüğünü gözler önüne sermektedir. Bunun yanında yaşanan gelişmeler AKP’nin ileri demokrasi anlayışının ve “muhafazakar-demokrat” kimliğinin ne denli ilerici olduğunu sorgulamaya mecbur bırakmaktadır. Bu yönüyle de AKP’nin demokratikleşme söylemine körü körüne destek veren özgürlükçü! siyasal hareketlerin özeleştiri yapması gerekmektedir. Zira bugün milliyetçi-ülkücü olarak adlandırılan faşist mobilizasyon, AKP’nin muhafazakar politikalarına içkindir. Son dönemde egemen siyaset kurumunun faşist söylem üretmesinin altında yatan sebep tam buradadır.
Türkiye’de etnik kimliklerin birbirlerine karşı hasmane tutum takınmasını sağlamaya yönelik faşist toplumsallaştırma seçim dönemlerinde prim yapmaktadır. Nitekim bu durum 12 Haziran seçimlerinde de değişmemiş, AKP kolayca sözde muhafazakar-demokrat kimliğinin altında maskelediği faşist söylemle bugün yaşanan etnik temelli çatışmaların ateşini körüklemiştir. Meydanlarda Alevi kimliği nedeniyle Kılıçdaroğlu yuhalanmış, ( Kılıçdaroğlu’nun AKP mitinglerinde yaşanan bu duruma tepki göstermemesi manidardır. ) Emek ve Özgürlük Bloğu milletvekilleri şiddeti körüklemekle suçlanmış ve kitlelere hedef olarak gösterilmiştir. Seçim döneminde yaşananlar sadece bunlarla sınırlı kalmamıştır. Hopa’da yaşanan olaylar, devlet aygıtının zor kullanma gücünün sınırsızlığını göstermiştir. Yaşanan olaylarda hayatını kaybeden Metin Lokumcu’ya yönelik başbakanın sözleri, muhafazakar-demokrat zihniyetin en güncel çelişkisidir. Hepsinden öte başbakanın hayatını kaybeden bir vatandaşa yönelik aldırmaz tavrı, işgal ettiği konumun değerleri ile uyuşmamakta, savunduğunu iddia ettiği dünyevi ve uhrevi zihniyetin ahlaki ve moral değerleri ile örtüşmemektedir. Tüm bunlarla birlikte başbakanın bu faşizan tavır ve söylemleri toplumda kimlerin ileri demokrasinin nimetlerinden faydalanabileceğini gösteren kırmızı çizgiler olması nedeniyle önem taşımaktadır.[2]
Gerçektende 2002’de iktidara geldiğinden bu yana AKP, siyaset kurumunu dönüştürerek Türkiye’de egemen konuma dönüşmüştür. İlk önce muhafazakar kesime yönelik Kemalist-laik-ulusalcı baskılar göz önüne alınarak toplumun tüm kesimlerine sunulan demokratikleşme dalgası, bu meyanda cereyan etmiş, Türkiye’de demokrasi, inanç özgürlüğü mücadelesine eklemlenerek gerçek demokrasinin bu yönde yapılacak bir mücadele ile tesis edilebileceği savunulmuştur.[3] Nitekim bu muhafazakar-demokrasi anlayışı, özellikle Kürt siyasal hareketini ve sol siyaseti nihayetlendirmek üzere de kullanılmaya çalışılmıştır ve hala çalışılmaktadır.
Diğer yandan AKP’nin muhafazakar-demokrasi anlayışı başlangıçtan bu yana bünyesinde faşizan öğeler barındırmıştır. Bu yönüyle AKP, günümüzdeki moda tartışma tabiri ile 90’lı yıllardaki anlayışı, yeni yüzyıl için yeniden dönüştürmüştür. Hrant Dink’in öldürülmesine gidilen süreçte yaşananlar, 301’in varlığı, AKP’nin demokrasi söylemi ile çelişmektedir. 90’lardan tek fark ise 90’ların aksine faşist söylemin siyasal partilerce daha belirgin ayrımlara tabi tutulması olmuştur. 90’lı yıllar boyunca tüm sistem partileri tarafından benimsenen faşizm, 2002 sonrasında AKP ile birlikte muhafazakar veçhesini AKP’ye, milliyetçi veçhesini MHP’ye ve ulusalcı veçhesini CHP’ye teslim ederek belli derecede sınırlar çizme yetisini kazanmıştır. Fakat bu sınırları tekel olarak düşünmemek gerekmektedir. Zira ortak düşmana karşı ( vatan hainleri, Ermeniler, Kürtler, azınlıklar… vs. ) faşizm savaşını işbirliği içerisinde sürdürmektedir.
Bu noktada biraz muhafazakarlık, faşizm ve demokratlık kavramlarına değinmekte fayda vardır. Muhafazakarlık ve demokrasi kavramlarının birbirlerine eklemlenerek ortaya çıkan, dinsel, geleneksel değerlere bağlı ancak aynı derecede ilerici ve demokrasiden yana olduğunu iddia eden her hangi bir ideolojinin inandırıcılığı her zaman için şüphelidir. Zaten böyle eklemlenmenin olasılığı da imkansızdır. Demokrat olmak sürekli yenilikçi olmayı, toplumun daha iyiye doğru sonsuz dönüşümünü savunmayı gerektirir. Bu diyalektik, demokratlık için sine qua non’dur. Oysa AKP’nin demokratlık anlayışı kapitalist sistem mantığınca, piyasa şartlarında yenilikçi olmayı savunmaktadır. Yani demokratlık eşittir serbest piyasayı savunmak. Bu nedenle AKP’nin gelişmişlik söylemi kapitalizmin söylemi olan ekonomik büyüme, iktisadi kalkınma ekseninde şekillenmektedir. Muhafazakar söylem ile AKP, özellikle dinsel değerlere, geleneklere ve geçmişe bağlılığı salık vermektedir. Söz konusu dinsel değerler ve geçmişe bağlılık AKP’nin demokrasi anlayışını çevreleyen unsurlardır. Bu çerçevede önceden “Sünni-Türk-Atatürkçü” olarak tanımlanan ideal vatandaş profilinden AKP sonrasında sadece Atatürkçülük etiketi çıkarılmış, “Muhafazakar-Sünni-Türk” yeni ideal vatandaş tanımlaması olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi egemen unsurun dönüşümü ulusalcılardan, muhafazakarlara bir seyir izlemiş, bu durumun demokrasi ve özgürlükler alanına yansıması da bu minvalde tezahür etmiştir.[4] Yani eskinin de yeninin de düşman anlayışı değişmemiştir.
Kendinden olmayana yaşam alanı tanımayan, onun varlığını ve görünürlüğünü inkar eden bu zihniyet, cemaat yapılanmalarına destek vermesi nedeniyle de faşizandır. Bugün cemaat yapılanmaları, bireylere yardımlaşmanın mistisizmi üzerinden bir kurtuluş yolu çizmekte, bu yolla bireyler sömürülmektedir. Birbirlerine yardım ettiklerine inandırılan bireyler uhrevi huzuru elde ettiklerini düşünmekte, sadaka kültürü gelişmekte, cemaat yapılanması muhtaçlar ve yoksullar için ideal düzen haline gelmektedir. Bu durum cemaat yapılanmasının genişlemesini beraberinde getirirken aslında birey, özgürlüklerinden vazgeçtiğinin farkına varmamaktadır. Minnet duygusu ve sadaka kültürü bireyi cemaate daha çok bağımlı kılarken, bireye özgürlük olarak sunulanlar cemaatin sınırlarına tekabül etmektedir. Bu durum insanın öz-yabancılaşmasının ta kendisidir.
Diğer açıdan cemaat tipi yapılanmalar ekonomik özgürlüğün ve yardımlaşmanın tek alanı olarak alternatifsiz hale gelmektedir. Ekonomi namına elde edilmeye çalışan çıkarlar, ilişkiler ağı, cemaat ilişkilerine eklemlenmektedir. Yardımlaşma adı altında cemaatin önde gelenleri zenginliklerine zenginlik katarken, cemaat üyeleri birileri tarafından sömürüldüklerini bilmeden sevap işlediklerini sanmaktadırlar. Nitekim Deniz Feneri Derneği üzerinden yapılan yolsuzluk tam da böylesi bir istismardır. ( Kuşkusuz cemaat yapılanmasının ekonomi-politik eleştirisi bu kadar kısıtlı değildir fakat bu yazı kapsamında ona ayrılacak yer daha fazla olmamalıdır. )
Sonuç olarak AKP’nin savunduğu muhafazakar-demokrasi başlı başına tutarsız bir ideolojidir. Biz/onlar ayrımına bu ideolojinin penceresinde bakıldığında sınırların keskinleştiği bir gerçektir. Bu meyanda söz konusu demokrasi anlayışı, Türkiye’de 90’lı yılların faşizmini ortadan kaldırmak adına gerçek bir alternatif olarak değil, kendisini hegemon sınıf yapma amacı etrafında şekillenmektedir. İşte bu sebeple AKP’nin muhafazakar-demokrasi anlayışı faşizminin 21. yüzyıl için dönüştürülmüş bir versiyonudur. Zira söz konusu ideoloji hem faşizme içkindir hem de zaten onun çocuğudur. Zaman zaman AKP yöneticilerinin ve önde gelenlerinin söylemleri de bu durumu kanıtlamaktadır. Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün mübadele ve tehcirin ulus-devlet kurulmasındaki önemine dikkat çeken demeci faşizm ve AKP’nin muhafazakar-demokrasi anlayışının nasıl da aynı ağacın meyveleri olduğunu göstermesi açısından güzel bir örnektir. Bu çerçevede bugün bazı çevrelerce oluşturulmaya çalışılan çatışma ortamını adlandırmak için 90’lı yılları örnek göstermek hatalıdır. AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana demokrasi adı altında yapmaya çalıştığı şey sistemi kendi çıkarlarına uygun olarak dönüştürmektir ve demokrasi mücadelesine salt bu dar açıdan bakılacak olursa gerçek gözden kaçmış olur. 301, Diyanet’in ve YÖK’ün mevcudiyeti, etnik ayrımcılığın devam etmesi, yaşanan ölümler ve suikastlar göz önüne AKP’nin statükocu diğer siyasal yapılanmalarından farkının olmadığı anlaşılacaktır. 
  
  


[1] İstanbul Zeytinburnu’nda yaşanan gerginlik ve çatışmalar sonucunda Kürtler Terörle Mücadele Şubesine götürülürken, göz altına alınan Türkler Asayiş Şubeye götürülmüştür. http://bianet.org/bianet/toplum/131793-kurt-olanlar-terorle-mucadeleye-olmayanlar-asayis-e
[2] Bu çizgiler içinde Metin Lokumcu’nun ölümünü protesto edenler de yoktur. Zira polisin protestolar sırandaki sert tutumu, bir insanı Ankara’nın göbeğinde felç kalma riskine varıncaya kadar dövmesi sonrasında ileri demokratlardan! hiç kimsenin bu yaşanan devlet teröründen rahatsız olmaması manidardır.
[3] Gerçek bir demokraside inanç özgürlüklerinin güvence altına alınması elzem bir öneme haizse de tüm demokrasi mücadelesini ya da ideal demokrasi anlayışını salt bu çerçevede tanımlamak problemli bir alana tekabül etmektedir.
[4] Bu nedenle Ergenekon davası ile yaşandığı ileri sürülen demokrasi savaşı aslında bir hegemonya savaşıdır.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Barış İçin Kürtçe

Klişe bir cümle vardır: “Sanat evrenseldir, dili yoktur.” diye. Fakat geçen gün İstanbul’da caz festivali sırasında bu klişeye ters düşen bir olay yaşandı. Bir grup beyaz yakalı caz sever faşist, Kürtçe ayran anlamına gelen “Dew Dew” şarkısını söyleyen Aynur Doğan’a, Silvan’da yaşanan çatışmada ölen askerleri bahane ederek saldırıda bulundu. Böylesi toplumsal duyguların en had safhada olduğu dönemlerde böylesine provokatif eylemlerin gerçekleşme ihtimali yüksektir. Zira böyle anlarda savaşın dilini konuşmak ya da konuşanların cümleleri kitleleri daha rahat etkisi altına alır. Her ne kadar olaydan sonra medyadan, aydınlardan ve toplumun belli bir kesiminden Doğan’a destek verenler çıkmış olsa da şu da unutulmamalıdır ki vice versa toplumun belli bir kesimi de beyaz yakalı caz sever faşistlerin eylemlerini onaylamaktadırlar, en azından susarak, tepkisiz kalarak onlara destek vermektedirler.
Bilindiği gibi Türkiye’de pek çok aydın, düşünür, yazar, siyasi düşünceleri ne olursa olsun “ Türklüğe hakaret ”ten yıllarca hüküm giymiştir, bu hukuk dışı uygulama hala daha da demoklesin kılıcı gibi durmaktadır. İfade ve düşünce özgürlüğü kapsamına giren pek çok beyan, açıklama, yazı… vs. “ Türklüğe hakaret çuvalının” içine atılmıştır ve hala atılmaktadır. Peki, o zaman caz festivalinde yaşanan olaylara geri dönecek olursak orada da yıllarca yok sayılmış, kültürel-etnik kimliği baskı altına alınarak yok edilmeye çalışılmış bir halka hakaret yok mu? O caz sever faşistlere, Kürtçeye ya da yarın başka bir dile hakaret etme hakkını veren nedir? Kimdir?
Bu provokatif eylemi yapanlara karşı devlet ne yapmıştır? Sokaklarda haklarını arayan öğrencileri, sosyalistleri, Kürtleri, işçileri, emekçileri anında bulan gözaltına alan onlara işkenceler yapan hatta onları öldüren devlet bu faşistlere karşı ne yapmıştır? Hiçbir şey. Yani daha önce Ahmet Kaya’ya çatal bıçak atanlara karşı ne yaptıysa yine aynısını yapmıştır.
Bilindiği gibi anayasanın 10. Maddesi kanun önünde farklı kimliklerin ( din, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep ) eşit olduğunu müjdeler. Bu durum hukuk dilinde mutlak eşitlik olarak adlandırılır. Şimdi anayasanın 10. Maddesini bir kenara koyalım, yapılan saldırıya yeniden bakalım. Görüldüğü gibi devlet “ Türklüğe hakaret” ettirmemekte, ama “ Kürtlüğe hakaret” edilmesine ( ki bu sadece Kürt kimliği ile sınırlı değildir, diğer kimliklere karşı yapılan hakaretlerde aynı oranda devlet koruması altındadır. ) müsaade etmektedir. Yani ayrımcılık yapmaktadır. Suç işlemektedir.[1]Devletin yıllarca halklar arasında ayrımcılığı körükleyen bu tavrı kendini en son caz konserinde göstermiştir. Devlet bugüne kadar yaşananların sorumlusudur, muhtemel gelecek olaylar için önlem almadığı için de bugün yaşananların aynılarının yarın yaşanmasına çanak tutmaktadır.
Maalesef faşizm toplumun tüm kesimlerine hızla yayılmaktadır. En son yaşanan olayın bizim suratımıza tokat olarak çarptığı gerçek sanatın bile ötekileştirildiği gerçeğidir. Aslında bu ötekileştirme yeni değildir ama bizim kör gözlerimiz onu anca görebilmektedir, lal dillerimiz onu anca söyleyebilmektedir. Türkiye halkları olarak birbirimize öyle yabancılaştırılmışız ki, birbirimizi gördüğümüzde sarılacağımız yerde öldürmeye kalkışmaktayız. Birbirimizin diline, kültürüne tahammül edemezken, okullarımızda gelişmişliğimizin göstergesi olarak koca koca ülkelerin dillerinde eğitim almışız. Aldığımız eğitimi kendimize etiketi yapmışız, kapitalist piyasada kendimizi pazarlıyoruz. Ama yanı başımızda kardeşlerimiz konuştuğu, şarkılar söylediği, hüzünlerini, sevinçlerini paylaştığı dile düşman kesilmişiz. Sonuç ortada biz kardeşlerimize yabancılaşmışız, kendimize yabancılaşmışız. İstiyoruz ki kardeşimiz her şeyini bıraksın koşa koşa bize gelsin. Moda tabirle yok öyle bir dünya.
İnsanların kendi anadillerini öğrenemedikleri, kardeşlerin birbirlerinin dillerini bilmedikleri bir toplumda hangi gelecekten bahsedilebilir ki? Türkiye halkları birbirine yabancılaştırılıyor, bu durum barışı yaralıyor. Kürtçe öğrenmek, yaralı barışın yaralarından birini sarmamıza yardımcı olur. O zaman Türkler Kürtleri anlar, acılarını sevinçlerini paylaşır. O zaman barışın dili hakim olur. O zaman Aynur doğan’a saldıran beyaz yakalı caz sever faşistlerin sonu gelir. Faşizmin sonu gelir.


[1] Bu açıdan bakınca mevcut iktidarın ileri demokrasi adına yeni anayasa söylemi de samimiyetini yitirmektedir. Zira mevcut anti-demokratik anayasanın bir hükmünü dahi doğru okuyamayan ve savunan ( 301 Cemil’i hatırlayalım ) bir iktidardan, bu anlayışa sahip bir siyasi oluşumdan ileri demokrasi beklemek, demokratik anayasa beklemek kelimenin tam manası ile safdilliktir.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

DEMOKRASİ ÜZERİNE


Bugün tüm dünyada demokrasi kavramı seçimlere endekslenerek açıklanmakta, en iyi demokrasinin en uzun süre seçim sistemine sahip olma ya da seçimlerin hangi aralıklarla yapıldığı, adil olup olmadığı gibi kıstaslarla ölçüldüğü bir gerçektir. Bu noktada demokrasinin, seçimlerin nicelik unsurları ile tanımlanması, demokrasinin niteliğine bakış açımızı sakatlamakta, onu derinleştirmemizi engellemektedir. Bununla birlikte bunun sebebi liberal demokrasi kavramının krizinde ve yabancılaşma kavramında yatmaktadır.
Demokrasi kavramının sadece seçimlere endekslenmesi ve sonuçlarına göre demokrasinin niteliğinin belirlenmesi ve onun tanımlanması aslında kapitalist sistemin yanılsamalarından ( yanılsatmalarından ) birisidir. Bu nedenle fetişizm ile açıklanmayı hak etmektedir. Marx, Kapital’de meta fetişizmini açıklarken, onun emeğin meta olarak üretilmesi ile üzerine yapışan bir kavram olarak nitelendirir. Meta artık onu üreten emekten bağımsız bir nesne olarak algılanır. Aynı şekilde bugün gelinen noktada demokrasi de fetişleştirilmiş, birey kendi emeğinin ürünü olan demokrasiye ve demokratik! kurumlara yabancılaşmıştır. Yani demokrasi kendinde şey’e dönüşmüştür.
Demokrasilerde yasalar önemli bir işleve sahiptir. Ama burada unutulmaması gereken gerçek yasaların toplumsal koşulların ve insanların varlığının bir ürünü olmasıdır yani demokraside yasalar, yasalar oldukları için değil, insanlar için var olduklarında demokrasi gerçek niteliğine bürünebilir. Marx da Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde, “insanın varoluş nedeninin yasa değil ama yasanın varoluş nedeni insandır; yasa demokraside insanın varoluşudur, oysa bütün öteki rejimlerde insan yasanın varoluşudur.”[1] cümlesiyle konuya değinmiştir. Kitabın genelinde de Hegel’in devlet ve burjuva-sivil toplum tasavvuru “kendinde şey” olarak betimlendiği için Marx’ın eleştirisine maruz kalmıştır.  
Demokrasi kavramının, sorunsal haline gelmesinde bu yabancılaşmanın önemli bir paya sahip olduğu gerçektir. Yabancılaşmanın kaynağında ise bir kısır döngünün yattığını söyleyebiliriz. Kapitalist toplumlarda bireyin karşı karşıya kaldığı topluma yabancılaşma ve kendine yabancılaşma, bugün gelinen noktada siyaset kurumuna ilgisizlik olarak tezahür etmekte, insan merkezli oluşturulmayan siyaset topluma yabancılaşmayı beraberinde getirirken, demokrasi, demokratik kurumlar, devlet varlığını kendine borçlu olarak “kendinde şey” olarak tüm yaşam alanını hem şekillendirmekte hem de tahakkümü altına almaktadır.
Görüldüğü gibi demokrasi olgusunun bugün sorunlu hale gelmesinin nedeni fetişleştirilmesidir. Bugün demokrasi fetişizminden bahsetmemizin bir başka nedeni de pratikteki uygulamalardır. Temsili demokrasi kavramı başlı başına bir problem alanı oluşturmaktadır. Devlet yapılanmalarının bir gereği olarak antik Yunan’daki doğrudan demokrasi anlayışının uygulama alanı bulamaması temsili demokrasileri zorunlu kılmış bir etkendir.
Modernleşme ile birlikte demokrasi kavramı kapitalizm ile iç içe geçmiş, demokrasinin en makbul olanının liberal-demokrasiler olduğu düşünülmüştür. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde esas sorun da liberal-demokrasi anlayışında ve bu anlayışın ideal demokrasinin yerine ikame edilmesinde düğümlenmektedir. Demokrasi en kaba tabiri ile halkın kendi kendini yönetmesidir. Oysa modernleşme ideolojisi pozitivist ve rasyonalist bakış açısı ile demokrasilerde halkın yönetime katılımını aracılar vasıtasıyla yapmasını kutsamakta, böylece bir yandan halkın dolaylı da olsa halkın yönetime katılımını kutsamakta diğer yandan da rasyonalist-pozitivist özelliğinden vazgeçmemektedir. Bu noktada toplumun “ortak aklı” ve “ortak iyisi”, seçilmişlerde vücut bulmak zorunda kalmaktadır. Bu noktada temsili demokrasi kavramının bir başka problemli boyutu ortaya çıkmaktadır: “Toplumun iyisinin”, “seçilmişlerin iyisi ve çıkarı” içerisinde yok olma tehlikesi.
Modernleşme ideolojisinin bir boyutu olarak rasyonalist ve pozitivist bakış açısı, temsili demokrasi sorununda da kimi durumlarda seçilmişlerin aklını, iyisini hayata geçirmeyi imkansız kılmaktadır.”Bürokratizm”[2] olarak adlandırılabileceğimiz bu durumda, kendi alanlarında eğitim almış ve modernizmin ideal birey tipi olarak kutsadığı kişiler, toplumsal yapıda ayrı bir Modernizm kurumu olarak yerlerini alırlar. Her ne kadar temsili demokrasilerde bürokratlar, seçilmişlerin denetimine tabi olsalar da, alanında eğitim almış rasyonel ve pozitivist bireylerden oluşan bu tabaka toplumsal hayatın ve kurumların şekillenmesinde etkili olabilmektedir. Bir diğer deyişle modernizmin kutsalları rasyonalizm ve pozitivizm, bürokratizme meşruluk sağlayabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bu durum en güzel örneklerinden birini oluşturmaktadır. Tanzimat sonrasında başlayan Batılılaşma hareketleri neticesinde ortaya çıkan bürokrat-seçkin sınıf, cumhuriyetin kuruluş aşamasında kendisini halktan soyutlayarak, modern bir millet yaratma düsturu ile bürokratlar yapısı bir siyasal ve ekonomik sistem inşa etmişlerdir. Böylece politik sistem bütünleşme sağlarken ( ki bunda tek parti ideolojisinin büyük payı yadsınamaz ), halk, periferik bir unsur olarak dışarıda bırakılmıştır.[3]Böylece Türkiye’de ortaya çıkan anlayış modernleşmenin devlet eliyle gerçekleştirilmesi ve bu süreçte periferik unsurların “seferberlik” söylemi ile mobilize edilmesi olmuştur. Sonuçta güçlü bir bürokrat-seçkin sınıf, başlarında mühendislerin bulunduğu rasyonalist bakış açısında sahip oldukları iddiası ile Türk seçmenine vaatlerde bulunan siyasi partiler ve bu bağlamda şekillenen popülist-pragmatik bir siyaset anlayışı ortaya çıkmıştır.
Modernleşme ideolojisinin alt-yapısını kapitalizm oluşturmaktadır. Kapitalizmin demokrasiyi dönüştürmesi sonucu ise liberal demokrasilerin varlığından söz edebiliriz. Liberalizm, merkeze “birey”i alan bakış açısına sahip bir ideolojidir. Liberallere göre somut olarak var olan birey, soyut bir takım kavramlar adına tahakküm altına alınmamalı ve görmezden gelinmemelidir. Liberalizmin soyut olarak adlandırdığı bu kavramlar toplum, halk, sınıf gibi kavramlardır. Liberal bakış açısına göre söz konusu soyut kolektivitelerin çıkar ve iyilerini öncelemek, bireyin özgürlük alanını daraltıcı bir unsurdur. Görüldüğü gibi liberaller açısından öncelikli mesele ortak iyinin ve çıkarın peşinde koşulmasından ziyade maksimum özgürlüğün sağlanmasıdır. Bu nedenle de aslında eşitliği amaçlayan kolektif iyiler ile özgürlüğü amaçlayan bireysel iyiler çatışma içerisindedir. Nitekim R. Dworkin, eşitlik ve özgürlükler arasındaki bu çatışmayı “ bazen eşitliği geliştirmenizin en etkili yolu özgürlükleri kısmaktır, bazen de tam tersi özgürlükler için geçerlidir.” şeklinde özetlemiştir.[4]
Liberalizmin bu bakış açısı liberal demokrasileri, antik Yunan site devletlerindeki demokrasi anlayışından yukarıda bahsedilenler dışında bir noktada daha ayırmaktadır. Antik dönem demokrasilerinde özgürlük kavramından anlaşılan sosyal iktidarın paylaşılması iken, liberal demokrasilerde özgürlük bireyin maksimum faydayı elde etmesine endekslenmiştir[5] ve liberal demokrasilerde özgürlüğü garanti altına alacak anayasaların ve kuralların varlığı da bireyin maksimum iyisine atıfta bulunmaktadır. Buradan hareketle liberaller, özel alan ve kamusal alan ayrımına giderek özgürlüklerin maksimize edildiği bir özel alan ve toplumu ilgilendiren dolayısıyla özgürlüklerin sınırsız olmadığı bir kamusal alan tasavvur ederler.
Liberal demokrasi kavramından bahsederken “özgürlüklere” yapılan vurgunun üzerinde de durmamız gerekmektedir. Nihayetinde kamusal/özel alan ayrımı özgürlüklerin güvence altına alınmak istenmesinin neticesidir. Burada iki isim öne çıkmaktadır. H. Arendt’in tanımlamasına göre kamusal alan Antik Yunan’da lexis ve praxis arasındaki etkileşimi temsil eder ve özgürlüklerin alanıdır. Antik Yunan’daki kamusal alan tanımından yola çıkan Arendt, kamunun iki anlamı üzerinde durmuştur. Bu anlamlar birbirleriyle yakın ilişkisel olmalarına rağmen birlikte tanımlanamayacak iki fenomendir. Bunlar;
·         Kamuda her şeyin, herkes tarafından olduğunca geniş olasılıkla görülebildiği, duyulabildiği alan
·         Ortak olarak tanımlanan her şeyin, bireyselden/özelden ayrıldığı alan olarak tanımlanmaktadır.[6]
Arendt, bu kamusal alan tanımlaması çerçevesinde “millet”i de toplumun politik formu, “super-human family” olarak tanımlamıştır. İster geniş anlamda milleti ele alalım ister kamusal alanı ele alalım burada liberal-demokrasi kavramının bir başka sakat yanı ile karşılaşmaktayız: Çoğulcu anlayışa sahip kamusal alanın nasıl tesis edileceği sorunu. Her ne kadar sınırsız özgürlükler özel alana dahil edilerek bu sorun aşılmaya çalışılmışsa da günümüzde kimlik temelli siyaset kurumunun varlığı liberal teorinin varsaydığı bu ayrımı muğlaklaştırmaktadır. Bu konuda tekrar Arendt’e geri dönecek olursak bizim dikkatimizi Kant’ın ahlak felsefesinden mülhem politik empatinin önemine çekecektir. Arendt’e göre doğru eylem, kamudaki diğer görüşleri de dikkate alan, empati yaparak alınan görüşlerdir.[7] Bir başka açıdan Habermas da iletişimin önemi üzerinde durarak temsili demokratik sistemin yeniden inşası için gereken siyasi eylemlilik için güçlü bir temel oluşturmaya çalışmıştır.[8] Bugün gelinen noktada kamusal alan/özel alan ayrımının kimlik temelli siyaset kurumu nedeniyle belirsizleştiğini, sınırsız özgürlük alanı olarak özel alanın, kimlik temelli siyaset için yeterli gelmediği aşikardır. Buna neden olan bazı ana sorundan bahsedebiliriz. Bunlar öncelikle devlet aygıtının kamusal alanla sınırlı tutulamaması ve tahakkümün tüm yaşam alanına sirayet etmesi, değişen konjonktürle birlikte çoğulculuk’un siyaset ve toplum hayatında ön plana çıkmaya başlaması ve tahakkümün neticesi olarak çoğulculuk anlayışının hareket alanı bulamaması ( ne kamusal ne özel alanda )[9], kimlik temelli taleplerin liberal demokrasiler tarafından karşılanamamasıdır.
Kimlik temelli siyaset, Soğuk Savaş sonrasında tüm dünyada öncelikli bir konum edinmiştir. Soğuk Savaşın sürekli savaş tehdidi altında her iki tarafında görmezden geldiği kimlikler su yüzüne çıkmaya başlamış, bu kimlikler aynı zamanda siyaseti de şekillendirmeye ve dönüştürmeye başlamıştır. Post-modern siyaset çoğulcu bir niteliğe kavuşmuş/kavuşmak zorunda kalmıştır. Söz konusu bu çoğulculuk bir yandan kültürel çoğulculuğu diğer yandan değer çoğulculuğunu da kapsamakta, her şeyin yan yana olduğu bu yeni dönemde siyasette de kimliklerin yan yana var olabileceği tasavvur edilmiştir. Bu rölativizm içerisinde modern siyaset kurumunun “ortak akıl”, “ortak iyi”, “ortak çıkar”ı ve liberal demokrasi anlayışının kamusal alandaki seküler niteliği muğlâklaşmaktadır.
Kimlik temelli siyaset, sınıf temelli siyaset anlayışı ile de etkileşime geçmekte ve iki siyaset birbirlerini dönüştürmektedir. Bir etnik kimlik bir sınıfsal kimlikle eklemlendiğinde artık o sınıf mücadelesinin salt ekonomik temellerle açıklanması zorlaşmakta hatta imkansız hale gelmektedir. Tam tersi de etnik kimlikler için geçerlidir. Bu durum aslında tam olarak söylem ile ilgilidir.[10]
Bu noktada liberal demokrasinin kimlik temelli sorununu aşmak adına demokrasinin derinleştirilmesine yönelik iki önemli tartışma mevcuttur. Bunlardan ilki Habermas’ın “müzakereci demokrasi”si diğeri de Mouffe ve Laclau’nun “radikal demokrasi” teorisidir. Bu yazı çerçevesinde radikal demokrasi teorisi üzerinde durulacaktır. Mouffe, Demokratik Paradoks isimli çalışmasında Carl Schmitt’ten mülhem dost/düşman ayrımını siyaset teorisinde öncelikli bir yere konumlandırmış, son tahlilde yapılması gerekenin düşmanın “muhalife” dönüştürülmesinin gerekliği üzerinde durarak, “antagonism in “agonism”e dönüştürüleceği bir teori sunmuştur.[11] Mouffe’ e göre çatışmanın antagonistik boyutunu kabul etmek önemlidir. Hasımın kimliğini kabul etmek önemlidir ve politik olanın doğasında var olan söz konusu çatışma sökülüp atılamaz. Neticede önemli olan düşmanların hasım antagonizmanın da çekişmeye dönüştürülerek çekişmeci çoğulculuk olarak adlandırılan mantığın yerleştirilmesidir.[12] Bu konuda Mouffe, Demokratik Paradoks’ta demokrasilerde çatışmanın önemine şu sözlerle değinmektedir:
“ …iyi işleyen bir demokrasi, demokratik politik konumların enerjik bir çatışmasına ihtiyaç duyar. Bu yoksa, bu demokratik karşılaşmanın yerini, özdeşleşme politikasında olduğu gibi, diğer kolektif özdeşleşme biçimleri arasında bir karşılaşmanın reddine yapılan aşırı vurgu, politik katılıma yönelik soğukluk ve kayıtsızlığa yol açar. Daha da kötüsü, sonuç, demokratik süreçler tarafından idare edilemeyen konular etrafında kolektif tutkuların billurlaşması ve nezaketin temelini parçalayan bir antagonizmalar patlaması olabilir…”[13]
Yukarıdaki paragrafın devamında Mouffe, çatışmanın önemine yaptığı bu vurgu nedeniyle çoğulcu bir demokrasi idealinin rasyonel konsensüse dayandırılamazlığına değinmiştir. Burada önemli olan liberal-demokrasi teorilerinin aksine tutkuları özel alana hapsetmek değil, bu tutkuların demokrasi için kamusal alanda seferber edilebilmesidir.
 Liberalizme yönelik Macpherson’un “sahiplenici bireycilik” eleştirisine de değinmek gerekmektedir. Zira bu eleştiri liberal geleneğin birey temelli yaklaşıma saldırısı nedeniyle önemlidir. Macpherson’a göre liberalizmde her ne kadar “birey” öne çıksa ve “bireysel faydanın maksimizasyonu” , “bireyin kendi insani güçlerini tümüyle gerçekleştirmesi” temel ilkeler olarak görülse de, sorun başlangıçtaki birey kavramının altının doldurulmasından kaynaklanmaktadır. Macpherson’a göre liberalizmde birey bir şey sahip olma ile tanımlanmaktadır. Bu sahiplenici bireycilik anlayışı, “bireyin kendi insani güçlerini tümüyle gerçekleştirmesi” ilkesi ile çelişmektedir. Birey kavramının sahip olunanla tanımlanması bir yandan “metalaşma” diğer yandan “yabancılaşma” kavramlarının tartışılmaya açılmasına neden olmaktadır. Zira sahip olmanın piyasa koşullarınca belirlendiği, tüketimin “en yüce ibadet” olarak kutsandığı, dolayısıyla parası olanın “insani güçlerini tümüyle gerçekleştirme” yetisine sahip olduğu liberal sistemde sermayesi olmayanlar bu yetiden yoksun kalacak ve emeklerini satarak sistem içerisinde sözde eşit ve özgür yurttaşlar olarak var olabilmektedirler.[14] Söz konusu bu durum bireylere anlam yönünden fakir aynı zamanda metalaşmış bir hayat tarzı sunmaktadır. Maksimum faydanın peşinde koşan bireyler, zümreler, aileler tekeller olarak yaşamı tahakküm altına alırlarken, teknolojik ilerleme tek hedef olarak vatandaşlara sunulmaktadır. Günümüzde bu metalaşma siyaset dilini etkisi altına almıştır diyebiliriz. Nitekim pek çok siyasi parti, hükümet bu dili kullanarak teknolojik gelişmenin kendileri döneminde ne kadar ileri seviyelere ulaştığı argümanını kullanmaktadır. Bu dil bir yandan bireylerde, “uyuşturucu bir milliyetçilik” söyleminin de etkisi ile ülkesinin ne kadar ileri seviyelere ulaştığı algılamasını oluşturmakta diğer açıdan ise demokraside teknolojik gelişmeye ve kalkınma söylemine endekslendiği için demokratik gelişmişliğin bir ifadesi olarak kullanılmaktadır. Bu çerçevede ontolojinin yerini teknolojinin aldığını ve bu durumun bir getirisi olarak da ampirist yaklaşımların siyaset incelemelerinde hakim konuma geldiğini söyleyebiliriz.[15]
Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Türkiye’nin politik tarihi incelendiğinde modernleşme ideolojisinin rasyonalist, pozitivist ve jakoben anlayışının baskın izlerini görmek mümkündür. Türkiye’de siyaset anlayışı bu temel ekseninde şekillenmiş, demokrasi anlayışı da bu eksende çoğunlukçu demokrasi anlayışı olarak varlığını sürdürmüştür/sürdürmektedir. Bugün ihtiyacı toplumun tüm kesimlerince dile getirilen yeni anayasa tartışmaları bağlamında Türkiye demokrasi anlayışının çoğunlukçu özelliğinin nasıl plüralist yapıya dönüştürüleceği tartışılmaktadır. Bu bağlamda özellikle Kürt etnik-kültürel kimlikli siyaset toplumun belli kesimlerinde bölünme korkusunu harekete geçiren bir sebep olarak plüralist demokrasi anlayışının karşısında engel oluşturmaktadır. % 10 seçim barajının varlığı, kamusal alan kavramının muğlaklığı[16], etnik-kültürel kimliklerin kabulündeki isteksizlik, siyaset kurumundaki yozlaşma ve işlevsellik sorunu gibi unsurlar Türkiye’de çoğulcu demokrasi anlayışının önündeki öncelikli somut engellerdir.
 “Ortak akıl” ve “konsensüs” söylemi, modernleşme ideolojisinin söylemleri olarak tutarlı olmalarına rağmen demokrasi ile çelişen söylemlerdir. Bununla birlikte Türkiye’nin modernleşme tarihine kısaca göz gerdirilecek olursak modernleşme ve demokratikleşme kavramlarının zaman zaman eş anlamlı olarak kullanıldığını, modernleşmenin otomatik olarak demokratikleşmeyi sağlayacağı algılamasının toplum ve siyasete sirayet ettiğini görebiliriz.
Modernleşmenin, demokratikleşmeyi öncelediğine olan inanç Türkiye’de diğer yandan siyasal alanda yabancılaşmanın ve fetişizmin ana sebeplerindendir. Türkiye’de demokrasi ekonomik büyüme ve kalkınma kavramları ile ölçülür bir meta durumuna dönüşmüş, bu dönüşüm demokrasiyi sorunlu kılarken, birey kendisini özgürlüklerinin demokrasi adına kısıtlandığı demir kafes içerisinde bulmaktadır. Bu kafes içerisinde bireye sadece itaat etmek öğretilmekte, milli egemenliğin en yüce temsilcisi ve tezahürü olan meclisin aldığı kararlara ( yani çoğunluğu evet dediği ortak akla ) uymak görev olarak sunulmaktadır. Bu noktada Türkiye’de partilerdeki lider sultası ve siyaset kurumunun liderlik üzerinden şekillenen yapısı demokrasinin gelişmesinin önündeki bir başka engeldir. Post-modern çağda iktidar faaliyetlerinin yürütmede şekillenmeye başlaması ile birlikte siyaset, rasyonel, pratik, teknolojik bir yönetme pratiğine dönüşmekte[17], bu dönüşüm aynı zamanda Türkiye siyasal hayatında liderlik mefhumunu güçlendirerek siyaseti kısır döngü içerisine sokmaktadır. Halkın siyaset tartışmalarında sıkça rastlayabileceğimiz, “karizmatik başbakan” gibi sıfatlar siyasetin lider temelli özelliğini gözler önüne sererken, “adamlar yiyor ama çalışıyor, yapıyor” gibi cümleler de siyaset kurumunun yürütmenin eylemlerine endekslenmesini göstermektedir. Bugün Türkiye’de siyaset anlam-yitimine uğramıştır. Etik, ahlak temelli olması gereken siyaset anlayışı metalarla ölçülmeye başlamış, yapılan yol, büyüyen ekonomi gibi icraatlar siyaset ve demokrasinin varlığı için yeterli olarak görülmeye başlanmıştır.
Bugün Türkiye’nin yeni bir demokrasi anlayışına kavuşmasının gerekliliği gün gibi ortadadır. Zaten mevcut anayasaya karşı toplumun tüm kesimlerinin rahatsızlıklarını dile getirdiği de görülmektedir. Fakat mevcut siyaset anlayışı, post-modern dünyanın rölativizmini karşılamaktan acizdir. Türkiye’de demokrasinin derinleştirilmesi için öncelikle bu anlayışın terk edilmesi gerekmektedir. Temsili sistemin krizi, % 10 seçim barajı, etnik, kültürel ve dinsel kimliklerin kendilerini özgürce ifade edebileceği alanların yaratılması, anadilde eğitim, mevcut aşırı milliyetçi-ulusalcı eğitim sisteminin düzenlenmesi, merkezi yönetim anlayışının yarattığı olumsuzlukların giderilmesine yönelik çalışmalar, Türkiye’de demokrasinin derinleştirilmesinin sağlanmasında önemli adımlar teşkil edebilirler.[18]
Türkiye’de demokrasi kavramının derinleştirilmesi için, siyaset anlayışının ve siyaset kurumunun plüralist perspektifle dönüştürülmesi, rasyonalist-pozitivist-jakoben niteliklerinden kurtarılması gerekmektedir. Bu durum aynı zamanda siyaset kurumunun çözüm üretici niteliğine ve bu yazı kapsamında demokrasi fetişizmi ve yabancılaşma kavramları ile açıklamaya çalıştığımız anlam-yitiminin aşılmasına katkı sağlayabilecektir. Ancak bu sayede Türkiye’de demokrasi kendinde şey olmaktan kurtulabilecektir. Bunun içinde öncelikli olarak Mouffe’un deyimi ile antogonizmi agonizme dönüştürecek olan çoğulcu siyaset anlayışının gelişmesi için bölünme korkularından arınmak gerekmektedir.



[1] Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”, çev. Kenan Somer, Ankara, Sol Yayınları, 2009, s. 47
[2] Bürokratizm sadece temsili demokrasilerin sorunu değildir, pek çok anti-demokratik rejimde de karşımıza çıkmaktadır fakat burada temsili demokrasinin bir çelişkili yanını yansıtması bakımından önem taşımaktadır.
[3] Nilüfer Göle, “Mühendisler ve İdeoloji”, İstanbul, Metis Yayınları, 2008, s.106
[4] Mike O’ Connor, “ At The Limits Of Liberalism: Pragmatism, Democracy and Capitalism ”, s. 9
[5] Bican Şahin, “ Liberal Demokrasinin Temelleri ”, Demokrasi Teorisinde Güncel Tartışmalar, ed. Bican Şahin, Ankara, Orion Kitabevi, 2008, s.6
[6] Fahriye Üstüner, “ The Political Public Sphere As The Maintenance Of Order: Convergence In Hannah Arendt And Jürgen Habermas ”, Boğaziçi Journal, Vol. 20, No. 1-2, 2006, s.31
[7] Üstüner, a.g.m., s.35
[8] Tuba Asrak Hasdemir ve Mustafa Kemal Coşkun, “ Kamusal Alan ve Toplumsal Hareketler ”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63-1, s.122
[9] Bu çerçevede ifade özgürlüğü nedeniyle gerek Türkiye’de gerekse diğer ülkelerde yaşanan olumsuz gelişmeler örnek gösterilebilir. Sonuç olarak belli bir sınıfın kontrol aracı olarak devlet ve onun kolluk kuvvetleri kendisine yönelik, onun çizdiği sınırı aştığını düşündüğü her türlü görüş ve eyleme hem kamusal hem de özel alanda müdahalede bulunabilmekte, söz konusu müdahalesini de yine kendisinin belirlediği ve fakat liberal demokrasi aldatmacası altında halka dayandırdığı parlamento vasıtasıyla çıkardığı yasalara dayandırarak meşru gösterebilmektedir. Neticede bu durum devletin çoğulcu siyaset anlayışının tepesinde demoklesin kılıcı olarak durmasına neden olabilmektedir.
[10] Jacob Torfing, “ Post-yapısalcı Söylem Teorisi: Foucault, Laclau, Mouffe ve Zizek ”, Siyaset Sosyolojisi – Devletler, Sivil Toplumlar ve Küreselleşme, ed. Janoski ve diğerleri, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2010, s. 171
[11] M. Çağatay Okutan, “ Radikal Demokrasi Ya da Demokrasiyi Derinleştirme Umudu ”, ed. Bican Şahin, a.g.e. , s. 100
[12] Chantal Mouffe, “ Demokratik Paradoks ”, çev. A. Cevdet Aşkın, Ankara, Epos Yayınları, 2002, s. 107
[13] Mouffe, a.g.e. , s. 109
[14] Dr. Naci İspir, “ C.B Macpherson’un Liberal Demokrasi Eleştirisi ”, İstanbul, Arı Sanat Yayınları, 2008, s. 30
[15] Levent Köker, “ Demokrasi Üzerine Yazılar ”, Ankara, İmge Kitabevi, 1992, s. 19
[16] Kamusal alanda laiklik vurgusu yıllarca muhafazakar-dindar kesimin şikayet ettiği unsurların başında gelmektedir. Bugün gelinen noktada ise AKP’nin kendini egemen olarak dönüştürmesi ile birlikte kamusal alanda dindar-muhafazakar kesim üzerinde baskıların devam etmekle birlikte bir nebze yumuşadığını ileri sürebiliriz. Bu durumu liberalizmin özel/kamusal alan ayrımında kamusal alana yüklenen sekülerlik ile açıklamak mümkündür. Fakat aynı şekilde kamusal alanda farklı etnik kimliklere yönelik baskılar devam etmektedir. Hem özel hem de kamusal alanda Kürtçenin kullanımı yıllarca baskı ile sınırlandırılmaya hatta yok edilmeye çalışılmıştır. Bugün yasal düzenlemelerle Kürtçe konuşmanın önünde engeller kaldırılmış gibi görünse de özellikle kamuya açık yerlerde Kürtçe ve ya farklı azınlık dillerinde konuşmak yadırganabilmektedir. Hele toplumun milliyetçi hassasiyetlerinin yüksek olduğu dönemlerde Kürtçenin kullanımına yönelik toplumsal baskılar artabilmektedir. Nitekim Diyarbakır’da 13 asker ve 7 gerillanın ölümü ile sonuçlanan çatışmadan sonra jazz konserinde Kürtçe şarkı söyleyen Aynur Doğan’a yönelik faşist saldırı bu durumun ve toplumsal alanda etnik-kültürel kimliklerin ne kadar çabuk yadsınabileceği gerçeği üzerine düşündürücüdür. Aynı şekilde yıllarca muhafazakarların tepkisini çeken kamusal ve toplumsal alandaki baskının etnik-kültürel kimlik üzerinden devam etmesi kamusal alanı muğlaklaştırmaktadır.
[17] Yaşar Çubuklu, “Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset”, İstanbul, Kanat Kitap, 2004, s. 102
[18] Kuşkusuz Türkiye’de demokrasi kavramının eksiklikleri ve derinleştirme çabaları sadece bu sayılanlarla sınırlı tutulamaz. Bununla birlikte bu yazı kapsamında Türkiye demokrasisinin sorunlarına yüzeysel değinilmiştir.